11 Temmuz 2018 Çarşamba

O Kelepçeler ve Zincirler, EbruÖzkan'a Değil; Ümmet-i Muahmmed'e Vuruldu



27 yaşında bir genç kız Ebru Özkan…

11 Haziran 20118’de Kudüs ziyareti sonrasında dönüş yolunda gözaltına alındı. Hiçbir hukuki gerekçe gösterilmedi, kimseyle görüşmesine izin verilmedi. Askeri mahkemede yargılanan Ebru Özkan için tutuksuz yargılama kararı verildi, ancak karara İsrail polisi itiraz ederek tutukluluk süresinin 24 saat daha uzatılması istedi. Mahkeme, İsrail polisinin talebini kabul etti, üst mahkeme ise tutukluluk süresinin yedi gün daha uzatılmasını istedi. Süreç böyle başladı ve bir aydır tutuklu Ebru Özkan…

“Hamas'a yardım ve çeşitli hizmetlerde bulunmak, ülkenin düzenini bozmak ve 'düşman bir tarafın' gönderdiği parayı ülkeye sokmak” suçları yönelttiler Ebru Özkan’a!..

Onların suç dediği şeyler, bizim görev olarak addettiğimiz ve yapıldıysa gurur duyacağımız şeyler…

Ancak garip olan ve çelişki oluşturan şey şu:

Ebru Özkan Hamas’a yardım ve hizmetlerde bulunduysa -keşke bulunabilsek- bunun girerken tespit edilmesi gerekmez miydi? Üzerinde yüklü miktarda para mı yakaladınız, bir belge mi vardı?

Kudüs’e gelen bir Müslüman, Gazze’ye nasıl geçip Hamas’a yardım edecek? Bunların hepsi adice bir yalandan ibaret…

Bu göz altılarla elde etmek istedikleri şunlar:

· Müslümanlar Kudüs’e gelmesin, Filistin’den uzak dursun.

· İsrail denen terör devletinin yaptıkları zulümleri, insan hakları ihlallerini, vahşetleri dünyaya duyuracak kimse olmasın.

· Filistinliler yanlarında Türkiye’nin olduğunu hissedip direnme gücü bulmasınlar.

· İşgali istedikleri gibi genişletip Müslümanların mülklerine, İslam eserlerine rahatça çökebilsinler.

Bu sebeplerle son zamanlarda İsrail basınında TİKA, Mirasımız Derneği gibi kuruluşlarla ilgili haberler çıkıyor ve bunların faaliyetlerinin yasaklanması isteniyor. Özellikle Mirasımız Derneğinin Kudüs’ü İslamlaştırdığı iddia ediliyor.

İşgalci terör devletine bakar mısınız? Bir İslam beldesinin İslamlaştırılmasından bahsediyor.

Tüm bunlar; İsrail denen terör devletini genç bir kızın ellerine kelepçe, ayaklarına zincir vurmaya kadar götürüyor.

Anlayacağınız, genç bir kızın ayaklarına zincir, ellerine kelepçe vuracak kadar korkak, kahpe, alçak bir terör devletidir İsrail...
Bu kadar adileşmelerinin, alçaklaşmalarının tek sebebi korku… Kendi zulümlerini, yaptıkları alçaklıkları çok iyi bildikleri için korkmaları gereken çok şey olduğunu da en iyi kendileri biliyor!.. Ama bu korkuları, korktukları şeyin başlarına gelmesini engellemeyecek!..
Korkun, titreyin!.. Korkunuzda haklısınız, yaklaşıyor yaklaşmakta olan...

Son söz!..

Ebru Özkan’ın ellerine vurulan bu kelepçe, ayaklarına vurulan bu zincir; aslında başta Türkiye olmak üzere tüm İslam devletlerine ve Ümmet-i Muhammed’e vurulmuştur.

Bu olay, basına yansıdıktan sonra dünyayı İsrail’in başına yıkamayan İslam dünyası yöneticilerine de sesini gür bir şekilde duyurup dünyayı ayağa kaldıramayan sözde sivil toplum örgütlerine de yuh olsun!.. Bu utanç hepimize yeter!..

Ebru kardeşimize de geçmiş olsun derken ailesine sabır diliyorum. Tez zamanda bu zulümden halas olup ülkemize sağ salim döner inşallah!..

Bu yaşadıklarının cennetine vesile olması duasıyla!..

9 Temmuz 2018 Pazartesi

Bir Kız Kaçırma Olayı ve Sonrasında Yaşananlar - (Uzun Hali)



Anadolu’da bundan 10-15 yıl öncesine kadar özellikle de köylerde sevdiği kızı kaçırmak ya da sevdiği adama kaçmak bir hayli yaygındı.
Delikanlı, evlenmek istiyor ama düğün yapacak, çeyiz dizecek parası yok. Kız anası ve babası da işi kolaylaştıran birileri değilse çocuk ya sevdiğinden vazgeçecek ya kızı kaçıracak… Sevdiceğine, “Benim düğün yapacak param pulum yok, yakında olacağa da benzemiyor ama seninle de bir an önce evlenmek istiyorum, gel kaçalım.” diyor. Kızın da eğer ki gönlü varsa delikanlı için de başka da yol kalmadıysa kız bir gece evdeki bohçasını alıyor, düşüyor sevdiği delikanlının peşine…
Ya da delikanlı seviyor bir kızı… Kızın da delikanlıda gönlü var. Üç beş defa kızı istiyorlar babasından ama kızı isteyen daha varlıklı, daha itibarlı bir ailenin oğlu daha var. Kızın babası, allem edip kallem edip kızı veriyor bu varlıklı oğlana… Kız ve sevdiği delikanlı için kaçmaktan başka çare kalmıyor. Yine bir gece yarısı herkes derin uykudayken kız, bohçasını alıyor koltuğunun altına, düşüyor sevdiğinin ardına…
İşte buna “kız kaçırma” diyorlar.
Torosların saklı bahçesi, Adana’nın incisi Feke ilçesinin bir köyünde de zamanın behrinde bir kız kaçırma olayı vuku bulur.
Köyün güzel bir kızı vardır. Evlenme çağına gelmiş delikanlıların hemen hemen hepsinin aklında bu kızla evlenebilmek vardır. Köyün delikanlılarının neredeyse hepsi bu kıza sevdalıdır. Kimisi ana babasını yollar kızı ister, reddedilir; kimisi reddedilenleri gördükçe kızı istetmeye cesaret edemez. Ama hepsi de kız için yanar tutuşur. Dağlarda koyun keçi güderken türkü söyleyeni mi ararsın, kıza küçük çocuklarla mektup yollayanı mı ararsın, kızı bir kez görebilmek için evin çevresinden günde on kez geçeni mi ararsın?
Ancak bir sabah herkesi şok eden kara haber yayılır köye… Köyün gözdesi kız, komşu köyden bir delikanlıya kaçmıştır. Kaçtığı delikanlı da öyle ahım şahım biri değildir. Köydeki delikanlıların çoğu, kaçtığı adamdan daha yakışıklı, daha zengin hatta çok daha delikanlıdır. Ama gelin görün ki gönül bu… Ota da…

Neyse kız kaçmıştır, yapacak bir şey kalmamıştır.
Aradan birkaç ay geçtikten sonra kızın kayınpederi kızı peşine takar, ailesiyle barıştırmak için babasının evine getirir.
Bunu haber alan köyün delikanlıları intikam almaya karar verir. Köyün çıkışında, ıssız bir yerde toplanıp saklanırlar. Kız ve kayınpederi oradan geçerken çıkarlar meydana… Aslında bir şey yapacakları da yok ya, amaç biraz korkutup intikam almak…
Emmi, kızı bırak sen git, derler. Adam, yaşlı… Yalvarır, etmeyin gençler, ayıptır, günahtır…
Yok, der köyün delikanlıları… kızı bırakacaksın sen gideceksin…
Adamı biraz söyletip kızı biraz korkuttuktan sonra yol verip gönderirler kızı ve kayınpederini…
Ancak yaşlı adam, yaşananlara çok bozulmuştur. Akşam evinde sabahı zor eder. Sabah erkenden komşu köye gider ve köyün birinci ihtiyar azasının yanında alır soluğu… Ağlamaklı bir şekilde anlatır mevzuyu… Aza, yolunu kesenlerin kimler olduğunu öğrenir. Sen merak etme emmi, ben gereğini yapacağım, der. Adama güzel bir kahvaltı yaptırır, yollar evine…
Çağırttırır o delikanlıların hepsini köy odasına ve köyün ileri gelenlerini de çağırır. Bir saate kalmaz tüm delikanlılar ve köyün ileri gelenleri gelmiştir. Delikanlılar, niçin çağrıldıklarını ve başlarına ne geleceğini biliyorlar ama yapacak bir şeyleri yoktur. Çağıran adam, herkesin hem çok korktuğu hem çok sevip saygı duyduğu biridir.
Delikanlılar köy odasında duvarın dibine tek sıra hâlinde dizilmiş, dizleri titreyerek beklemektedir. Az sonra köyün yaşlılarıyla köyün azası odaya girer. Oda sükût etmiş, duvarda yürüyen karıncanın ayak sesleri işitilir durumdadır.
Sorar gençlere sizi niye topladım buraya diye… Ama cevap verebilecek cesarete sahip olan yoktur. Aza, olayı kısaca özetler ve köyün ileri gelenlerine sorar, ne yapmak lazım gelir diye. Herkes, en iyisini sen bilirsin der. Bunu diyenlerden birkaçının oğlu da vardır delikanlıların içinde…
O zaman delikanlılar dışındaki herkes, dışarı çıksın der köyün azası… Herkes çıkar dışarıya ve azayla gençler kalır baş başa…
Adamlar dışarıda olacakları beklemektedir. Beklemeleri fazla uzun sürmez.
Pat küt, öldüm anam, yandım, elini ayağını öpeyim vurma gari sözlerinden sonra kapı açılır ve delikanlının birinin kafası kapıda görülür ve arkasından yediği tekmeyle kapının karşısındaki duvara yapışır ve bir çuval gibi yere yığılır. Yere yığılan kişi, dirseğiyle burnundan ve yüzünden akan kanı silip arkasına bakmadan kaçmaktadır.
Bu sahne diğerleri için de aynen devam eder.
Ancak ikisi bir olsa azayı hastanelik edebilecek olan delikanlıların hiçbirinin aklına bu adama karşılık vermek ya da dövmek gelmez. Hatta bırakın dövmeyi, sen kim oluyorsun da bize karışıyorsun demeyi bile akıllarının ucuna getirmezler. Çünkü yedikleri haltın farkındadırlar ve büyüğe saygı diye bir şey vardır, bir de suçun verdiği utanç vardır. O dönemde hâlâ utanma hasletini yitirmemiştir insanlar ve utanma duygusu, büyüğe saygı, birçok suçun önüne geçmektedir.
Ve uzun yıllar boyunca bir daha böyle bir olaya şahit olunmamıştır o köyde… Yaşanan bu olay, dilden dile anlatılmış; böyle bir suçu işlemeyi aklından geçiren olsa da cesaret edememiştir.
Bu olayı niçin anlattım? Son zamanlarda yaşanan çocuk kaçırma, taciz tecavüz olaylarına dikkat çekmek için anlattım. Şimdi eksik olan işte bu toplumsal baskı, utanma duygusu, yaptığına pişman edecek bir mekanizmanın olmaması… O zaman bir suç işleyenin yaptığı yanına kâr kalmıyordu, bu sebeple de suç oranı çok düşüktü. Şimdi ise “bana necilik, neme lazımcılık” almış başını gidiyor. Utanma duygusu da kalmayınca millette, istenmeyen olaylar her geçen gün artarak devam ediyor.
Bizim tekrar büyüğe saygının, utanma duygusunun, diğerkâmlığın, yardımlaşmanın olduğu günlere dönmemiz lazım!..

Not: Köyü, köyün azasını merak edenler olursa Adana’nın Feke ilçesinin Gaffaruşağı köyüne gelsin tanıştırayım kendilerini. O aza, benim babam Gaffar Ersin olur. Hâlâ köyde sevilip sayılır, eskisi gibi asıp kesemese de sohbeti hâlâ çok sevilir.

Bir kız kaçırma olayı ve sonrasında yaşananlar



Köyün güzel bir kızı vardır. Köyün delikanlılarının neredeyse hepsi bu kıza sevdalıdır. Dağlarda koyun keçi güderken türkü söyleyeni mi, kıza küçük çocuklarla mektup yollayanı mı, kızı bir kez görebilmek için evinin çevresinden günde on kez geçeni mi ararsın?

Ancak bir sabah herkesi şok eden kara haber yayılır köye… Köyün güzel kızı, komşu köyden bir delikanlıya kaçmıştır.

Aradan birkaç ay geçtikten sonra kızın kayınpederi kızı peşine takar, ailesiyle barıştırmak için babasının evine getirir.

Bunu haber alan köyün delikanlıları köyün çıkışında, ıssız bir yerde toplanıp saklanırlar. Kız ve kayınpederi oradan geçerken çıkarlar meydana…

Emmi, kızı bırak sen git, derler. Yaşlı adam; yalvarır, etmeyin gençler, ayıptır, günahtır…

Adamı biraz söyletip kızı biraz korkuttuktan sonra gönderirler kızı ve kayınpederini…

Ancak yaşlı adam, yaşananlara çok bozulmuştur. Sabah erkenden komşu köyün birinci ihtiyar azasının yanında alır soluğu… Ağlamaklı bir şekilde anlatır mevzuyu… Aza, çağırttırır o delikanlıların hepsini köy odasına…

Delikanlılar, niçin çağrıldıklarını ve başlarına ne geleceğini biliyorlar ama yapacak bir şeyleri yoktur.

Delikanlılar köy odasında duvarın dibine tek sıra hâlinde dizilmiş, dizleri titreyerek beklemektedir. Az sonra köyün yaşlılarıyla köyün azası odaya girer. Oda sükût etmiş, duvarda yürüyen karıncanın ayak sesleri işitilir olmuştur.

Sorar gençlere sizi niye topladım buraya diye… Ama cevap verebilecek cesaret yoktur kimsede.

Delikanlılar dışındaki herkes, dışarı çıksın der köyün azası…

Az sonra, “Pat küt, öldüm anam…” seslerinden sonra kapı açılır ve delikanlının biri yediği tekmeyle karşıdaki duvara bir sinek gibi yapışır, bir çuval gibi yere yığılır. Yere yığılan kişi, dirseğiyle burnundan ve yüzünden akan kanı silip arkasına bakmadan kaçar. Bu sahne diğerleri için de aynen tekrar eder.

Ancak ikisi bir olsa azayı hastanelik edebilecek olan delikanlıların hiçbirinin aklına bu adama karşılık vermek gelmez. Çünkü yedikleri haltın farkındadırlar ve büyüğe saygı diye bir şey vardır, bir de suçun verdiği utanç...

O dönemde hâlâ utanma duygusu canlıdır ve büyüğe saygı, birçok suçun önüne geçmektedir.

Yaşanan bu olay, dilden dile anlatılır; böyle bir suçu işlemeyi aklından geçiren olsa da cesaret edemez ve uzun yıllar bir daha böyle bir olaya şahit olunmaz o köyde…

Bu olayı niçin anlattım? Son zamanlarda yaşanan çocuk kaçırma, taciz, tecavüz olaylarına dikkat çekmek için anlattım. Şimdi eksik olan işte bu toplumsal baskı, utanma duygusu, yaptığına pişman edecek bir mekanizmanın olmaması… O zaman bir suç işleyenin yaptığı yanına kâr kalmıyordu, bu sebeple de suç oranı çok düşüktü. Şimdi ise “bana necilik, neme lazımcılık” almış başını gidiyor. Utanma duygusu da kalmayınca istenmeyen olaylar her geçen gün artarak devam ediyor.

Bizim kurtuluşumuz; tekrar büyüğe saygının, utanma duygusunun, diğerkâmlığın, yardımlaşmanın olduğu günlere dönmektedir!..

Not: Köyü, köyün azasını merak edenler olursa Adana’nın Feke ilçesinin Gaffaruşağı köyüne gelsin, tanıştırayım kendilerini. O aza, benim babam Gaffar Ersin olur. Hâlâ köyde sevilip sayılır, eskisi gibi asıp kesemese de sohbeti hâlâ çok hoştur.

Tecavüzlere, tacizlere, vahşetlere çanak tutanlar duyar kasıyor!



İki küçük kız çocuğu...

Henüz ağızları süt kokuyor...

Annelerinin bakmaya, babalarının dokunmaya kıyamadığı yavrucaklar...

İnsanlıktan nasibini almamışların cinsel istismarına uğradı ve vahşice katledildi.

İnsanın kanı donuyor, tükürükler boğazında düğümleniyor.

Bir insan, nasıl olur da bu kadar alçalabilir, alçaklaşabilir, canileşebilir.

Bu yaratıklar, hiç mi insanlarla hemhal olmadı, hiç mi insani özelliklerle donatılmadı; insani ve İslami değerlerden hiç mi nasibini almadı?

Eylül, henüz sekiz yaşındaydı... Bir insanın sevmek için bile dokunmaya çekineceği, incinmesinden korkacağı bir sabi...

Leyla ise henüz üç buçuk yaşındaydı... Günlerce arandı, bulunamadı. Tüm ülkenin yüreği günlerce Leyla için çarptı, sağlıklı bir şekilde bulunup ailesine teslim edilmesi için dualar edildi. Maalesef ki cesedine ulaşılabildi. Bir dere kenarına atılmıştı... Muhtemel ki aç ve susuz bırakılarak ölüme terk edilmiş ve sonra oraya atılmış. Hangi yarattığını üç buçuk yaşındaki bir bebeyle nasıl bir sorunu olabilir?

Kur’an-ı Kerim'de "esfeli safilin" yani "aşağıların aşağısı" (95/5) olarak nitelenen yaratıklar bunlar olmalı... Hayvandan bile aşağı, aşağıların aşağısı yaratıklar...

Bunlar için söylenilecek söz yok; söylenen sözün tesiri yok, anlamı yok.

Yapılması gereken tek şey, kısasa kısas uygulaması... Ne yaşattılarsa aynısını onlara yaşatmak... “Ey temiz akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki sakınırsınız.” (Bakara 179)

Allah'ın kanunlarını uygulamazsanız daha başka sorunlara kapı aralarsınız. Suçluya cezayı kişilerin vermeye kalkması gibi... Onun için bu yavrulara taciz ve tecavüz edenler, onları katledenler suçu sabit olduğunda anında idam edilmeli ve devletin de bunları affetmek gibi bir yetkisinin bulunmadığı bilinmeli...

Gelelim bu olayların basında işleniş şekline... Burada da maalesef ki iki farklı gayri insani durumla karşılaşıyoruz:

Birincisi bu olayları siyasete malzeme edip hasmına vurmak için kullanan alçaklar... İkincisi Türkiye ile ilgili algı oluşturmak için bu olayları köpürten pespayeler...

Birinci kısımda yer alanlar, yaşanan bu olayların doğrudan müsebbibi aslında... TV'lerinde, gazetelerinde, kaptıkları köşe başlarında ahlaksızlığın, namussuzluğun, tacizin, tecavüzün, müstehcenliğin reklamını yapıp bunun da ilericiliğin, çağdaşlığın gereği olduğunu bu millete empoze ediyorlar. Karşılarına ahlakı, namusu, edebi savunan birileri çıktığı zaman da yaftayı vurup höykürüyorlar: GERİCİ, İRTİCACI, YOBAZ, DİNCİ...

Ürettikleri dizilerde, çektikleri filmlerde gayri meşru ilişkileri ballandıra ballandıra anlatıp, çıplaklığı ve müstehcenliği matah bir şeymiş gibi millete reklam edip sonra taciz ve tecavüzden şikâyetçi olanlar, bunları yapanlar kadar suçludur, ikiyüzlüdür, alçaktır. Özellikle dizilerdeki ahlaksız ilişkileri normalleştirip aşk gibi kutsal bir sosla süsleyerek albenili hâle getiren yavşaklar çocuklara tacizi, tecavüzü, vahşeti kınamasınlar. Aynanın karşısına geçip utanmazlıktan köseleye dönmüş suratlarına tükürsünler.

İkincisi ise bu olaylar üzerinden Türkiye algısı oluşturmaya çalışan alçaklar...

Dışarıya vermek istedikleri mesaj şu: Türkiye, güvensiz bir ülke... Bize de hissettirmek istedikleri duygu: Hiçbirimiz güvende değiliz... Nüfusu 80 milyonu geçmiş bir ülkede yaşanan bu gayri insani durumlar, toplumun geneli içinde çok az bir yer tutuyor. Gönül ister ki insanın canını yakan bu olaylar hiç yaşanmasın, hiç kimsenin canı yanmasın... Ama maalesef ki bunlar hep olacak... Bizim yapmamız gereken, bu olayları en aza indirecek şekilde insanlarımızı manevi yönden yetiştirmek, toplumu bu olaylara tepki veren caydırıcı güç haline getirmek ve tabii ki hukuki yaptırımların caydırıcı olması... Ancak basının haber dilindeki sakat üsluba, art niyetli haber diline de prim vermeyelim... Sanki Türkiye’de herkes bu olayların müsebbibi, herkes potansiyel suçlu ve Türkiye yaşanmaz bir yer...

Basındaki kalemlerin bazısı bilinçli, bazısı bilinçsiz hizmet ediyor bu algıya maalesef...

Gönül ister ki insanı sarsan bu olaylar hiç yaşanmasın... Ama insanlıktan çıkmış insanların olduğu bu dünyada mümkün değil maalesef...

Allah, hepimizin evlatlarını korusun... Hiç kimseyi evlat acısıyla imtihan etmesin!..

Haziran güzel bir aydır, kirazların bol olduğu bir aydır



Seçimler sonuçlandı. Sonuçlar ortaya çıktıkça Kemal Kılıçdaroğlu’nun ne kadar büyük bir lider olduğunu çok daha iyi anladım. Kılıçdaroğlu hem espritüel hem de ön görüsü oldukça kuvvetli bir adam…

Ah canım, senin gibi bir lidere sahip olup da kıymetini bilmeyen CHP’liler utansın!..

Seçim kararı alınınca 24 Haziran’da seçim olacağı ve bu konuda ne düşündüğü sorulmuştu. Verdiği cevap tarihe geçecek nitelikteydi:

“Haziran ayı, aydınlık bir ay; güzel bir ay, karanlığın az ama aydınlığın en fazla olduğu bir ay… Haziran ayı kiraz mevsimi, kirazların bol olduğu ay… Hepinize iyi haziranlar diliyorum. Haziran ayı iyilerin kazandığı, kötülerin kaybettiği bir ay ayrıca…”

Ya şu cevaptaki inceliğe bakın… Sanat, sanat içinde…

Tenasüp var, tecahül-i arif var, kinaye var, tariz var, tezat var, tevriye var, hüsn-i ta’lil var… Yok yok yani…

Sen seçim diyorsun, adam kiraz diyor. Sen seçim diyorsun; adam aydınlık diyor, karanlık diyor. Sen seçim diyorsun; adam iyiler diyor, kötüler diyor.

“Haziran ayı, aydınlık bir ay; güzel bir ay, karanlığın az ama aydınlığın en fazla olduğu bir ay…” Kolay mı bu tespiti yapmak, hangi babayiğit çıkar da bu tespiti yapabilir. Ufkumuz açıldı, bilgimiz arttı, dünyaya bakışımız değişti bir anda.

“Haziran ayı kiraz mevsimi, kirazların bol olduğu ay… Hepinize iyi haziranlar diliyorum.” tespiti peki öncekinden geri kalır mı? Adam, hangi ayda hangi meyvenin yetiştiğini, ne kadar yetiştiğini biliyor. Üstelik bize iyi haziranlar dileyecek kadar da nezaket sahibi…

Asıl bomba tespit, son tespit…

İyilerin kazandığı, kötülerin kaybettiği ay: HAZİRAN

“Haziran ayı iyilerin kazandığı, kötülerin kaybettiği bir ay ayrıca…”

Bakar mısınız şu tespite? Sonuçlar da adamı yüzde yüz haklı çıkarmadı mı?

Peki, sonuç? Ak Parti ve Reis kazandı mı? Kazandı. Kılıçdaroğlu, CHP ve Muharrem İnce kaybetti mi kaybetti. Haziran ayı iyilerin kazandığı, kötülerin kaybettiği bir ay olduğuna göre… O hâlde iyi kim, kötü kim?

Lügatinde mağlubiyet kelimesi olmayan büyük lider

Gerçi Kemal Kılıçdaroğlu’nun sözlüğünde “kaybetmek” yok. Sonuçlar ne olursa olsun, nasıl olursa olsun hep kazanandır o. Kaybettiğini düşünse o koltukta bir dakika oturmaz zaten.

Kaybetmeyen lider bulmuş CHP ve CHP’liler, hâlâ “Kılıçdaroğlu istifa!..” diyor bazı aklı evveller. Dünyada başka bir örneğini gösterin Kılıçdaroğlu tarzında bir liderin, biz de sizinle eylem yapalım.
%22'nin %42'den büyük olduğunu, %22 alan partisinin %42 alanı yenmiş olduğunu, kendini her seçimde tokatlayan liderin kendinden çok korktuğunu söyleyebilecek cesarete sahip başka bir lider bulamazsınız!.. Bulabilirseniz onu takip edin. Nankör olmayın!..

“Çıkmışsın yenmiş, çıkmışsın yenmiş; yenmiş de yenmiş, yenmiş de yenmiş.” demesine bakmayın siz Muharrem İnce’nin. Zahirde yenilmiş görünebilir ama o hiç yenilmemiştir.

Ha bir de koltuk sevdasında olanları partisinde istemiyor. Eğer ki girdiği on seçimden birini kaybettiğini düşünseydi, o koltukta bir dakika bile zinhar oturmazdı.

Atatürk’ü yediniz, İnönü’yü yediniz, Ecevit’i yediniz, Baykal’ı yediniz ama Kılıçdaroğlu’nu yedirmeyiz.

Dik dur eğilme, tüm AK Parti ve Reis yandaşları seninle!..

Hayır, bu seçim sonuçları kabul edilemez!..



ine bir seçim!.. Yeni bir seçim!..

Yine küçümsenenlerin küçümseyenlere haddini bildirdiği bir seçim!..

Yine CHP, Kemalistler, laikçiler ve stepneleri için mağlubiyet!..

Yine acı!.. Yine hayal kırıklığı!.. Yine ertelenen umutlar!..

Allah’ım bu acıya nasıl dayanılsın!.. Kolay mı bu mağlubiyet hissi altında ezilip inim inim inlememek!..

Aşağıladıkları kitleler tarafından her seçim döneminde aşağılık muamelesi görüp bir çuval gibi kenara atılmak duygusu katlanılabilir bir duygu mu?

Millete vekil olmak istiyorsun ama milletin asıl olduğunu kabul etmeyi zül addediyorsun. Asıl olana, yani millete efendilik taslamaya kalkıyorsun ama seçim dönemi gelince kimin asıl, kimin vekil, kimin kopya, kimin müsvedde olduğunu millet çok acı bir şekilde gösteriyor.

Hiçbir seçimden sonra aynaya bakıp öz eleştiri yapmıyorsun, kendine toz kondurmuyorsun. Kendinde olumlu hiçbir değişiklik yapmıyorsun ama milletin sana karşı tutumunu, duygusunu değiştirmesini umuyorsun.

Her seçimden sonra çalınan oy martavalı; akla ve mantığa aykırı, öncelikle kendi seçmeninin aklına hakaret, milletin zekâsıyla dalga geçme anlamına gelen bahaneler, algı operasyonları… Milletin tercihlerini şaibeli hâline getirme gayretkeşliği… Bir defa her sandıkta üyeler olduğu gibi partilerin müşahitleri var ve isteyen herkese seçim tutanakları veriliyor. Sandıktan gelen tutanaklar, bağımsız gözlemciler gözetiminde ve hâkim huzurunda YSK sitesine giriliyor. Bu seçim tutanakları daha sonra YSK’nin sitesinden kontrol edilebiliyor. Eğer bunlara rağmen sandık sonuçları üzerinde hile yapılıyor diyorsanız bir defa kendi adamlarınız dâhil o sandıktaki herkesi aptal, geri zekâlı yerine koyuyorsunuz. Bu kadar aptalca yalanı ve algı yönetimini kaç seçimdir kullanıyorsunuz. Bunun için harcadığınız çabayı milletin gönlüne girmek için gösterseniz tek başınıza iktidar olursunuz.

Bu seçimin favori yalanlarında biri uçucu mühür yalanıydı. Ben bu kadar aptalca ve beceriksizce üretilmiş bir yalan duymadım. Trafo-kedi muhabbeti bile buna göre çok daha zekiceydi. Vurulan mühür iki dakika sonra uçmuşmuş, aman dikkat edilmeliymiş. Bu yalanı yayan kişilerin başında kim geliyor? Ruhunu atmış ve ruhsuz kalmış meşhur Kemalist laikçi ablamız!..

Gerçi ben AK Parti’nin uçucu seçmen bile kullandığını düşünüyorum. Ya hu kabine giren seçmenin verdiği oyla uğraşana kadar kabine girecek seçmenin kalbine girmeye uğraşsanız tüm sorunlar çözülecek sizin açınızdan!..

Bu yalandan daha aptalca olanı da CHP için vurulan mührün kayıp Recep Tayyip Erdoğan ismi üzerinde sabit kalıp kuruması yalanı… Yalan üretirken daha zeki adamlara ürettirin lütfen… Dağdaki bir çobanı bulun milletin inanabileceği, akıl ve mantığımızla dalga geçilmeyen yalan bulsun size!..

Bir de AK Parti seçmenine “zekâsız” diyen eski milliyetçi, halk kadını(!) vardı. Onu da yazdık!.. Kendinden farklı düşünenlere, kendini desteklemeyenlere “zekâsız” diyen, zekâ özürlüler, yok olmaya ve siyaset sahnesinden silinmeye mahkûmdur!..

Ne olur olumlu muhalefet yapmayı öğrenin!.. Olumsuz muhalefete milletin prim vermediğini görün!..

“Çıkmışsın yenmiş, çıkmışsın yenmiş; yenmiş de yenmiş, yenmiş de yenmiş!..” tekerlemesini daha çok söylersiniz bu kafayla.

Köprüden önceki son çıkış, aman kaçırmayın!..



Bakın yarın seçim var... Siz hâlâ kararınızı veremediyseniz size yardımcı olayım... Zira köprüden önceki son çıkıştayız... Beni dinlediniz dinlediniz, sonra başka çıkış şansınız olmayacak ve köprüyü geçene kadar -beş yıl boyunca- ayıya dayı demek zorunda kalacaksınız... O zaman ben size bir resim çizeyim, kararı siz verin:

Şöyle geriye baktığımda ne büyük sorunlarla boğuşmuşuz. Çözümü o kadar basit meselelerde biz millet olarak ne büyük sıkıntılara katlanmışız. Biz müstahakız demek ki bu sorunları yaşamaya. Yüce rabbimin büyük, eşsiz bir lütfu olan yanı başımızdaki değerlerin farkında olma sen… Hâlbuki şak diye söylenen sorunu tak diye çözüme kavuşturacak bir Kılıçdaroğlu, İnce, Akşener, Demirtaş, Temel emmi nasip etmiş yüce Mevlam bize… Hanginizi kendinize yakın buluyorsanız onu seçin, diğerleri arkanızda olacak!.. Bugüne kadar yaşadığımız her sorunun tek kaynağı, çözümü bu dâhilerde aramamış olmamızdır. Bu konuda şaka falan yaptığımı sanmayın, alınırım valla. Artık bu kanaate vardıktan sonra bir tüy gibi hafifim… Tüm dertlerimi unuttum. Ülkemin geleceği adına tüm endişelerim hidrojen gazı ile doldurulmuş balon gibi uçtu gitti. Artık siz de açın gözünüzü, dertlerinizden kurtulun!..

Birikmiş borçların varmış, faturalar çok geliyormuş, ne gam! Çözüm Kılıçdaroğlu!..

Onlarca yıldır çalışıyorsun bir evin bile yok mu? Dert etme! Temel sağlam, emmime güven sen!..

Ülkede anarşi sorunu mu var? Takma kafana! Demirtaş çözer!..

Güçlüler, güçsüzleri mi eziyor? Akşener'i bilmiyor onlar!..

Tavuğunuz yumurtlamıyor mu? Artık altın yumurtlayacak; eski öğretmen, yeni çiftlik sahibi Muharrem İnce'ye bırakın!..

Sevdiğiniz kız size "abi" mi dedi? Bundan böyle "tabii" diyecek...

Ülkeden burnunuza kötü kokular mı geliyor? Burnunuz, o kokuya alıştırılacak!

Nasıl mı? İşte olmadı yine! Başta o kadar girişi boşa mı yaptık? Her derdin devası, gönüllerin sefası, muhalif liderlerimiz sayesinde tabii ki!.. Bize söyleyemeseler de dile getiremedikleri, kendilerinden bile sakladıkları çözüm önerileri var. Hâlâ kaynak ve proje sorarsanız çok bozulurum.

Siz CHP’yi her sorunun kaynağı, Kılıçdaroğlu’nu sermayenin oyuncağı, Kemalizmi terakkiye ayak bağı; Akşener'i FETÖ'nün Truva Atı, Demirtaş'ı terör örgütünün taşeronu, Temel emmiyi Erbakan Hocamızın kemiklerini sızlatan mirasyedi görüyorsanız siz iflah olmazsınız.

En azından Demirtaş'a, barışın ve huzurun teminatı partisine atın oyu, o da size molotof nasıl atılır öğretsin. Kendi kardeşlerin nasıl katledilir, halkların kardeşliği deyip Hakk'a ve halka nasıl düşman olunur, ufacık çocuklar dağa nasıl kaldırılır, barış güvercini görünüp leş kargası nasıl olunur uygulamalı anlatsın!..

Bütün bu sözlerim hâlâ sizi temin ve tatmin etmediyse şayet, alternatifim var. Ama bu partiye oy verirseniz şu felaketlere hazır olun:

Paranızdaki gereksiz sıfırlar atılarak matematiğinizi geliştirmenizin önüne geçilir.

Okullara, devlet dairelerine başörtülüler alınıp kamusal alanın namusu kirletilir(!)

Evinize kadar doktor gelip sizi muayene eder, hasta olma zevkinden sizi mahrum bırakır.

Yerli uçağınız, helikopteriniz, uçak geminiz, otomobiliniz olur; böylece sizin Avrupalı ve Amerikalılarla ortak özelliklerinizin azalmasına sebep olup onlara gıptayla bakmanızın önüne geçilir.

Binlerce kilometre bölünmüş yol yapılır, rahat rahat kaza yapma şansını kaybedersiniz.

Her ile havaalanı yaparak uçağı havada görmeye alışmış biz orta sınıfa uçağa binme imkânı verip gözümüzün yükseklere çıkmasına sebep olur.

Üçüncü havaalanı, üçüncü köprü, Marmaray vb. hizmetlerle çıta yükseltilerek kibrimizin artmasına; hızlı trenlerle göçün hızlanmasına sebep olur.

Üç kuruş için IMF ve Dünya Bankasına el açmaya alışık tevazu sahibi devleti; şimdi onlara borç verebilecek, yoksul ülkelere sınırsız yardım edebilecek duruma getirerek kibirli bir devlete sahip olmanıza yol açar.

Bunların bize yaptığı kötülükler(!) saymakla bitmez ki!..

Bütün bu sözlerim sizi temin ve tatmin etmediyse şayet, alternatifim kalmadı maalesef...

Ama hep bunlar, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ve kadrosunun suçu!.. Beklentileri artırdılar, çıtayı çok yükselttiler. Beklentileri karşılayabilen var, karşılayamayan var; o çıtadan atlayabilen var, atlayamayan var! Vermeyince Mabud, ne yapsın Kılıçdaroğlu, İnce, Akşener, Demirtaş ve Bilge Başkan(!) Temel emmi!!!

O zaman Erdoğan istifa ya da oylar AK Parti'ye ve Reis'e!.. Sonuna kadar onlardan istifade...

Benden söylemesi köprüden önceki son çıkışı kaçırmayın... Sonra çok vurursunuz başınızı taşlara... Köprüyü geçene kadar -beş yıl boyunca- ayıya dayı demek çok zor gelir size...

CHP'nin icraatları saymakla bitmez, ne demek iki icraatını sayamamak?



ir televizyonun muhabirlerinden biri, vatandaşları çevirip hangi partiye oy vereceğini soruyor. CHP cevabını alınca da "Bana CHP'nin iki icraatını sayar mısın?" diyor. Tık yok!.. Bu defa, "Bir tanesini söyleyin." diyor. Yine tık yok. "Ah evladım, çok sıkıştırıyorsun, çok zor soru sordun!.. Sayamam; yerim dar, genim dar!.." deyip duruyor, teşbihte hata olmasın ama iğne yemiş it gibi kıvranıyorlar.

Sorunun sorulduğu kişiler de öyle dağ başında yaşayıp okuma yazma bilmeyen, cahil diye küçümsedikleri, hor gördükleri köylü Hatce teyze, Hüsne hala, Ökkeş emmi, Iramazan dayı falan değil ha!.. CHP'nin ve CHP'lilerin okumuş, çağdaş, modern diye övdükleri; Türkiye'ye rol model olarak sundukları tam Kemalist, laik, Batıcı tipler!.. Yerler ise Beşiktaş sahili, Bakırköy Özgürlük Meydanı vb. yerler.

Ekran başında çıldırıyorum. "Yuh olsun, bu nasıl CHP'li? Ben bir çırpıda yüzlercesine sayarım." diyorum. Aklıma gelenlerden hemen size bir liste yapayım:

TC'nin dini İslam'dır maddesinin Anayasa’dan çıkarılıp yaklaşık on yıl sonra Fransız laikliğinin Anayasa’ya konulması...

Harf devrimiyle(!)milletimizin tarihiyle irtibatının koparılıp âlimlerinin bir gecede cahil bırakılması...

Kılık Kıyafet Kanunu çıkarılarak insanlara zorla belli kıyafetlerin dayatılması...

Şapka Kanunu çıkarılarak belli Yahudi ailelerin zengin edilmesi, şapka giymeyi reddeden yüzlerce insanının, İskilipli Atıf Hoca gibi âlimlerin idam edilmesi ve şehirlerin bombalanması...

İstiklal Mahkemeleri kurularak özellikle üç meşhur Ali eliyle binlerce insanın idam edilmesi, suç isnat edilemeyenlerin ise önce asılıp sonra suç bulunması...

Kuran okumanın okutmanın yasaklanıp öğrenen ve öğretenlerin en ağır şekilde cezalandırılması...

İbadet dilinin zorla Türkçe yapılmak istenmesi ve ezanın Türkçe’ye çeviriyoruz denilerek ucubeleştirilmesi...

Başta selâtin camileri olmak üzere binlerce caminin depoya, ahıra çevrilmesi; birlerce caminin satılması, yıkılması...

İstanbul'un Fethi'nin sembolü Ayasofya Camii başta olmak üzere birçok caminin müzeye çevrilmiş olması ve bu ayıbın hâlâ devam ediyor olması...

Açık oy, gizli sayım gibi dünyada eşi benzeri görülmedik bir seçim yapılması ve CHP il başkanlarının vali yapılması...

Her türlü tuzağa, kumpasa rağmen iktidara gelip milletin teveccühünü kazanan ve normal seçimle iktidardan indirilemeyen Başbakan'ın ve bakanların darbeyle indirilip asılması...

Ülkede İslam'a ait ne kadar kurum varsa baskı altında tutup İslam'ın gereği ne kadar uygulama varsa yasaklayıp İslam'ı sosyal hayattan ve milletin gönlünden silme çabası...

Başörtüsü yasağı gibi ucube bir yasağın mucidi olup en sıkı şekilde uygulanmasını sağlayıp binlerce insanımızın mağdur edilmesine ve hayata küsmesine sebep olunması...

28 Şubat gibi bir sürecin başlamasına, İslami hassasiyet sahibi insanların fişlenip namaz kılan ve başörtüsü takan memurların işinden, askerlerin ordudan, başörtülü gencecik kızların okuldan atılması gibi yüz yıl geçse de unutulması mümkün olmayan bir sürü gayriinsani yasakların hayata geçirilip savunulması...

Terör örgütlerinin ve temsilcilerinin muhatap kabul edilip onlarla iş birliği yapılması ve ülkemizin sürekli Batı'ya şikâyet edilmesi...

Şimdi bu kadar icraat içinden sadece ikisini bile sayamayan CHP'liye kızmakta haksız mıyım?

18 Haziran 2018 Pazartesi

Günden güne yitirdiğimiz Mirasımız Kudüs ve Mirasımız Derneği (3)

Günden güne yitirdiğimiz Mirasımız Kudüs ve Mirasımız Derneği (3)

Kudüs’teki ilk gecemizde otelde sahuru yapıp Mescid-i Aksa’ya sabah namazına gitmek için niyetleniyoruz hepimiz.
Günden güne yitirdiğimiz Mirasımız Kudüs ve Mirasımız Derneği (3)
Herkeste Mescid-Aksa’da sabah namazı kılmanın, seher vaktinde ilk kıblemizdeki havayı teneffüs etmenin, Peygamberimiz’in (sav) Mirac’a yükseldiği yerde olup onun ayak bastığı yerlere yüz sürmenin heyecanı ağır basmış olmalı ki sahurunu yapan Mescid-i Aksa’ya koşmuş.
Ferhat Ersin/Kudüs
Kudüs'teki ilk gecemizde otelde sahuru yapıp Mescid-i Aksa'ya sabah namazına gitmek için niyetleniyoruz hepimiz. Herkeste Mescid-Aksa'da sabah namazı kılmanın, seher vaktinde ilk kıblemizdeki havayı teneffüs etmenin, Peygamberimiz'in (sav) Mirac'a yükseldiği yerde olup onun ayak bastığı yerlere yüz sürmenin heyecanı ağır basmış olmalı ki sahurunu yapan Mescid-i Aksa'ya koşmuş. Kimse, benden başka gidecek var mı, acaba hep beraber mi gitsek dememiş. İlk defa gelip Mescid-i Aksa'nın yolunu bile bilmeyenler yolu eline alıp koşmuş sabah namazı için Mescid-i Aksa'ya!.. Nereden mi biliyorum? Kendimden... Çünkü sahurdan sonra otelin lobisine indim, batım kimseler yok ortalarda, "Bu cadde Mescid-i Aksa'ya götürür mü?" diye sorup çıktım tek başıma yola...
Mescid-i Aksa'da Sabah Namazı ve Filistinlilerdeki Türkiye Sevgisi
Bir süre yürüdükten sonra genç bir adam, Mescid-i Aksa'ya gittiğimi anlayınca yanımda durdu, otomobile bindim. Genç adam, benim Türkiye'den geldiğimi anlayınca "Kardeşşşiiiimmm!.." diye öyle bir nara attı ki kafamı otomobilin tavanına vuracaktım neredeyse... İneceğimiz yere gelmiştik zaten ve otomobilden hızla inip yanıma koşarak bana öyle bir sarıldı ki sanki yıllarca görmediği öz kardeşine sarılıyordu. İkimizin de gözleri doldu. Düşündüm ki bu insanlar bizim öz kardeşimizden öte din kardeşimiz ve birbirimize o kadar hasretiz ki!.. Bizim rahatımız onlara göre çok daha yerinde olduğu için biz onlara olan özlemimizi çok hissedemiyoruz ama onlar öyle mi? Hep bir Türkiye, Türk milleti özlemi ve umuduyla bizim yolumuzu gözlüyorlar.
Filistin'in her yerinde ama özellikle de Kudüs'te bir Türkiyeli görmekten o kadar memnun oluyorlar ki bizleri görünce gözleri parlıyor ve mutlaka birkaç Türkçe kelime kullanarak bizimle konuşmak istiyorlar. bir esnafa uğruyorsunuz esnafta Türkiye'ye ve Recep Tayyip Erdoğan'a dua, aynı safta namaza duracağınız kişide Türkiye'ye ve Recep Tayyip Erdoğan'a dua, cami avlusunda karşılaştığınız çocuklarda Türkiye ve Recep Tayyip Erdoğan'a dua... Önündeki birkaç parça eşyayı satıp evine ekmek götürmek isteyen yaşlı teyzede Türkiye ve Recep Tayyip Erdoğan'a dua... Anlıyorsunuz ki yükümüz çok ağır, sorumluluğumuz büyük, yapmamız gerek çok iş var. Kendi aramızdaki kısır tartışmaları, anlamsız mücadeleleri bırakıp birlik olmamız gerektiğini, tarihî sorumluluklarımızı hatırlamamız gerektiğini buralarda çok daha iyi kavrıyorsunuz. Küçük farklılıklardan devasa ayrılıklar çıkaran biz Müslümanları peyderpey Ümmet coğrafyasına yollamalı ki yaptığımızın ne kadar ahmakça olduğunu anlayalım!..
Yine Recep Tayyip Erdoğan'ın tüm saldırılara, alçakça darbe girişimlerine, kumpaslara rağmen nasıl olup da dimdik kalabildiğini Ümmet-i Muhammed'in onun gıyabında yaptığı duaları görünce çok daha iyi anlıyorsunuz. Aynı duyguları daha önce de Diriliş Postası olarak Şanlıurfa Akçakale Kampı'ndaki çadırlarda Suriyeli kardeşlerimizi ziyaret ettiğimizde hissetmiştik.
Kudüs Gezisi ve İslam Beldesinin ve Müslümanların Hâli
Sabah namazından sonra otele döndük ve 08.30 gibi otobüse binip Kudüs gezisi için yola çıktık. İlk durağımız Hz. Davud'un kabri ve civarı oldu.
Hazreti Davut’un kabri Mescid-i Aksa’nın güneybatısında, Davut şehrindeki, Sion  tepesinin üzerinde bulunuyor. Tevrat’ın bazı ayetlerinde Kudüs yerine Sion deniyor ve meşhur "Siyonizm" anlayışı da buradan geliyor.
Hz. Davud'un kabri üzerine ecdadımız Osmanlı'nın yaptığı camiyi müzeye çevirip ibadete kapatmış Siyonist İsrail... Ama biz yine de ayakkabılarımızı çıkarıp beton üzerinde, tüm turistlerin, özellikle de Yahudilerin taciz edici bakışları altında iki rekât mescid namazımızı kılıyoruz, çok da huşulu oluyor. Hz. Davud'un huzurunda Siyonist İsrail için beddua, Müslümanlar için dua ediyoruz.
  
Hz. Davud'un kabrine giriş kısmı ikiye bölünmüş. Kabrin yarısı kadınlar tarafında, diğer yarısı ise erkekler tarafında bırakılmış. Çünkü yobaz(!) Yahudilere göre kadın ve erkeklerin ibadethanede aynı ortamda bulunması doğru değil. Anlayacağınız laiklik elden gitmiş İsrail'de...
Hz. Davud Camii etrafında sadece yan tarafta bakımsız Müslüman Mezarlığı kalmış ve orası da bilinçli olarak kirletiliyormuş sürekli. Meral Akşener'in kapatacağını söylediği TİKA ve benzeri kuruluşlar da İsrail'in yıldırma politikalarına, Yahudilerin saldırılarına rağmen sabırla buranın temizliğini ve İslam eserlerinin bakımını yapıyor.
  
Hz. Davut Camii'nin çatısına çıktığımızda iki taraftaki kiliseyi görüyoruz. Yine imam için yapılmış olan çatıdaki eve İsrail tarafından çökülmüş olduğunu ve devlet konukevine çevrilmiş olduğunu görüyoruz.
 
Hz. Davud Camii'nden çıkıp Yahudi ve Ermeni mahallelerini geçerek suriçine yani Kudüs'e geçiyoruz. Geçtiğimiz yelerde gördüğümüz içler acısı manzara şu: İslam beldesi Müslümanlardan temizlenmiş, tüm İslam eserlerine el konulmuş. Yine Müslümanların yaşadığı yerler perişan ve kirli iken Yahudilerin ve Hristiyanların yaşadığı yerler tertemiz ve oldukça bakımlı... Müslümanların yaşadığı yerleri özellikle bakımsız ve pis bıraktıklarını ve bunun bir algı operasyonu olduğunu da öğreniyoruz. Gelen turistlere şu mesaj veriliyor: Bakın, Müslümanlar ne kadar pis ama bizler oldukça temiz ve düzenliyiz.
İşgal edilmiş Filistin topraklarını gezerken bir kez daha iman ediyoruz ki bu İsrail kavmi boşuna lanetlenmemiş. Laneti hak etmek ve bu lanetin hakkını verebilmek için oldukça büyük çaba gösteriyorlar.
"Onlar (Yahudiler) nerede bulunurlarsa bulunsunlar, Allah'ın ahdine ve insanların (müminlerin) himayesine sığınmadıkça, kendilerine zillet (damgası) vurulmuştur; Allah'ın hışmına uğramışlar ve miskinliğe mahkum edilmişlerdir. Çünkü onlar, Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar ve haksız yere peygamberleri öldürüyorlardı. Bu da, onların isyan etmiş ve haddi aşmış bulunmalarındandır. Hepsi bir değildir; Ehl-i kitap içinde istikamet sahibi bir topluluk vardır ki, gece saatlerinde secdeye kapanarak Allah'ın âyetlerini okurlar." (Al-i İmran, 3/112-113)
  
 Kanuni tarafından yaptırılmış surların dibinden geçerek Kıyamet Kilisesi'ne ulaşıyoruz. Burası tüm Hristiyanların ittifakla kutsal kabul ettiği ve hacı olmak için geldiği çok önemli bir kilise... Burada duyduğumuz ve bir Müslüman olarak gururumuzu okşayan şey ise şu oldu: Kıyamet Kilisesi'nin anahtarı Müslüman iki ailede, Nusibeh ve Joudeh aileleri... Sebebi ise Hristiyanların bu kilisenin temizliği vb. hizmeti konusunda anlaşamayıp sürekli kan dökmesi... Kilise, Hristiyan mezhepleri arasında parselleniyor ve herkes kendi bölgesinin temizlik ve bakımından sorumlu tutularak bu sorun hallediyor. Ancak anahtar barış ve huzurun teminatı olarak Müslüman iki aileye veriliyor. Çünkü herhangi bir Hristiyan mezhebinde olsa yine kan dökülecek... Her sabah kiliseyi bu Müslüman aileler açıp yine her akşam bu aileler kapatıyor.
Düşünün ki bu kilisenin olduğu kısım Hristiyanlarda ama çatısı Müslümanların elinde... Yani binanın altı Hristiyanların üstü Müslümanların... Kıyamet Kilisesi'nin çatısında Kudüs Fatihi, Büyük Komutan Selahaddin Eyyubi'nin evi var. Ev vakıf malı ve şu anda Ürdünlü bir aile ikamet ediyor. Evin bakımını ve onarımını ise yine dernekler aracılığıyla Türkiye yapıyor. Evin bir odası güzelce düzenlenmiş ve ziyarete açık... Ancak ailenin kalıyor olması ve gelen ziyaretçilerden para bekleniyor olması, ailenin şahsi eşyalarının sağda solda olması pek hoş olmuyor. Onun yerine tamamen vakfın idaresine alınıp daha özenli korunması daha iyi olacak...
 
Kudüs'le ilgili yazılacak ve konuşulacak o kadar çok şey var ki üç yazı dizisi bu iş için az ama sayfalar zaman imkânı bu kadar... Onun için birçok şeyi de atlayarak hızlı geçiyorum.
Mescid-i Aksa İçindeki Mescidler  ve Mescid-i Aksa'da Cuma
Mescid-i Aksa, bir binadan, bir mescidden ibaret değil... Genelde ya Kubbet-üs Sahra'yı ya da Kıble Mescidi'ni bize Mescid-i Aksa olarak tanıtıyorlar. İkisi de doğru değil... Mescid-i Aksa, bunları da içine alan ve on kapısı, içinde beş mescidi bulunan geniş bir alan... kubbet-üs Sahra görkemli kubbesinden dolayı en dikkat çekeni... Burak Mescidi, Mervan Mescidi dee yine Kıble Mescidi etrafındaki mescidler... Mescid- Aksa Hz. Ömer tarafından yapılıyor ve Emevi Halifesi Abdülmelik bin Mervan tarafından genişletiliyor. Daha sonra ise birçok kez onarımdan ve bakımdan geçiriliyor. Son şeklini veren ise ecdadımız Osmanlı... Kubbet-üs Sahra Haçlılar tarafından kiliseye çevriliyor. Daha sonra ise Selahaddin Eyyubi Kudüs'ü fethedince yeniden cami olarak hizmete açıyor.
Cuma namazı öncesinde Milat gazetesinden İsmail Zelvi abimizle tüm mescidleri gezip her mescidde iki rekat mescid namazı kılıp dua ediyoruz. Burak Mescidi küçük bir mescid... içinde Peygamberimiz'in (sav) biniti Burak'ı bağladığına inanılan kısma bir halka yapılmış sembolik olarak...
 
Mervan Mescidi ise içine girdikçe genişleyen bir mescid... Dışarıdan hiç belli olmuyor, içine girdikçe açılıyor. Kıble Mescidi'nden çok daha büyük...
 
Kubbet-üs Sahra'nın içinde ise "Muallâk Taşı" var. Havada duruyor dedikleri taş... Peygamberimiz'in bu taşa basarak miraca yükseldiğine inanılıyor. On bir basamaklı bir merdivenden aşağı küçük bir mağaraya iniliyor ve oradan taş havada gibi duruyor. Yine Hz. İbrahim'in Hz. İsmail'i (as)kurban etmek için bu taşın üzerine yatırdığı rivayet ediliyor.
Mescid-i Aksa'da kıble Mecidi içinde cuma namazını kılıyoruz. Böyle bir huşu, böyle bir atmosfer, böyle bir maneviyat... Tarifi mümkünsüz... Çıkışta küçük çaplı bir gösteri ve israil protestosu oluyor. Mescid- i Aksa Müslümanlar için sadece bir mescid değil; yaşamın merkezi, hayat, namus, onur... Mutlaka gidilmesi ve görülmesi gereken bir yer... Ama maalesef ki Kudüs'ü yılda ziyaret eden Yahudi ve Hristiyan sayısı Müslümanların yaklaşık on katı... Daha çok sahip çıkmalıyız, orada daha çok bulunmalıyız...
 
Mescid-i Aksa'nın on kapısı var ve bu kapıların dokuzu Müslümanların elinde... Ancak kapılarda hep İşgalci İsrail askerleri bulunuyor ve girerken Müslüman olup olmadığınızı bunlar soruyor. Ağlamamak, mahzun olmamak mümkün değil.
Megaribe Kapısı denilen kapıyı ise Siyonist İsrail işgal etmiş... Yahudilerin Ağlama Duvarı dedikleri, bizim ise Burak Duvarı dediğimiz kısma açılıyor ve alçak Siyonistler, Mescid-i Aksa baskınlarını bu kapıdan yapıyor. Bu kapıdan Müslümanların girişine ise izin verilmiyor.
Burak Duvarı (Ağlama Duvarı)
  
Mescid-i Aksa'dan Burak Duvarı'nın olduğu yere geçiyoruz. Oldukça sıkı denetleniyor. İçeriye girdiğinizde duvara dönmüş zırlayan Yahudileri görüyorsunuz. Duvarlara sıkıştırılmış dilek yazılmış kâğıtları... Az sonra görevliler gelip o kâğıtları çöpe atıyor ve sürekli etraf yıkanıyor. Burak Duvarı'nın olduğu kısım sürekli kazıldığı için Megaribe Kapısı havada kalmış ve br tünelle geçiliyor Mescid-i Aksa'ya... Yine Burak Duvarı'nın olduğu kısım Mescid-i Aksa'nın altına doğru kazılmış ve yerin altında iki tane sinagog olduğu söyleniyor. Ağlama duvarının iç kısmına girdiğimizde ise sallana sallana, bağıra bağıra dua eden Yahudileri görüyoruz. Dünyayı, Müslümanları, mazlumları inim inim inletip ağlatanların bir duvarın dibinde ağlaması, timsah gözyaşları dökmesi de trajikomik bir manzara... Bu trajikomik manzarayı oluşturanlardan bir Yahudi, benim başımda bir şey olmadığı için gelip hemen uyarıyor ve bir kippa uzatıyor. Hayır, diyorum ve cebimden takkeyi çıkarıp kafama takıyorum. Hemen size bakışlar değişiyor ama bir şey de demiyorlar. Rahat bir şekilde fotoğraf ve video çekiyoruz.
Kudüs ve Mirasımız Derneği
"İnsanlığın ortak mirası Kudüs’teki Osmanlı tarihi, kültürel ve manevi mirasına sahip çıkarak özgün niteliği ile gelecek nesillere ulaşmasını sağlamak" gibi kutsal bir görevi üstlenen Mirasımız Derneği, sadece Kudüs için çalışıyor. Kudüs'teki İslam eserlerini tadilattan geçirip, onarıp Müslümanların elinde kalmasını ve İşgalci Siyonist İsrail'in İslam eserlerine konmasını engelliyor. Çünkü İsrail, aslına uygun restore edilmemiş İslam eserlerine ve Müslümanların mülklerine kanunsuz bir şekilde el koyuyor. Bu anlamda Mirasımız Derneği çok önemli ve kutsa bir vazife edinmiş kendisine... Kesinlikle desteklemeli ve İsminin duyulması için çaba sarf etmeliyiz.
Mirasımız Derneği, Kudüs'te sadece restorasyon çalışmaları yapmıyor, Kudüs'e, Kudüslü Müslümanlara ve Mescid-i Aksa'ya yönelik onlarca proje yürütüyor. Öğrenci bursu, erzak dağıtımı gibi...
Ancak özellikle restore ettiği tarihî ev, okul, cami ve mescidin sayısı yüzlerle ifade edilir olmuş durumda... Restore edilen her eser, Yahudi işgalinden kurtarılmış bir eser demektir. Bu konuda çok duyarlı olmalıyız. Hele bir Faize Hanım'ın evi ve restorasyon süreci var ki mutlaka araştırıp ayrıntılı bilgi sahibi olun.
Ben kısaca anlatayım: Faize Hanım'ın tarihî bir evi var. Bu eve karşılık Yahudiler 2,5 milyon dolara yakın para ve istedikleri ülkeden oturma izni ve dayalı döşeli evler teklif ediyorlar. Faize teyzemiz, tek şart koşuyor. Diyor ki tüm Müslümanlardan Faize bu evi satabilir, satmasında bizim açımızdan bir sakınca yoktur, diye imza getirirseniz evi size satarım, Zira bu ev benim değil Müslümanlarındır, diyor. Tabii bu cevap karşısında Yahudiler çıldırıyor. Şu anda evi Mirasımız Derneği, restore ediyor ve Yahudi işgalinden kurtaracak inşallah... Bunun gibi onlarca hikâye var.
Kafile olarak biz de Mirasımız Derneği'nin kumanya dağıtımına katılıyoruz. İnsanların gerçekten desteklenmeye ihtiyacı var. Kudüs'te hayat çok pahalı... Yarım litrelik bir su, düşünün ki 1,5 dolar...
 
Yine Mirasımız Derneği, ramazan boyunca Mescid-i Aksa'da iftar veriyor ve bir ay boyunca ortalama 3.500 kişiye iftar veriyor. Türkiye'den bir iftariyelik için 20 lira toplanıyor. Bu parayla Mescid-i Aksa'da iftar vermek mümkün değil. Bir kişinin iftariyeliği en az 50 lira tutuyor. Peki, Mirasımız Derneği bu açığı nereden kapatıyor? Özellikle Arap ülkelerinden gelen bağışların bir kısmını buralarda kullanıyor. Türkiye'de dese ki bir iftariyelik için 50 lira verin, hepimiz dolandırıcı, soyguncu mu bunlar diye düşünürüz. Ancak Kudüs'e gidince durumun vahametini iyice anlıyorsunuz.
Hayat şartları İsrail tarafından özellikle zorlaştırılıyor ki Müslümanlar Kudüs'ü terk etsin. Biz de sabırla ve imanla kardeşlerimizi desteklemeye devam edelim inşallah... Kısacası Kudüs'le ilgili daha duyarlı olalım ve Kudüs'te, Filistin'de çalışma yapan kuruluşlarımıza yardımda bulunurken çok daha cömert olalım...
Mirasımız Derneği'ne bu duyarlılığından ve fedakârca çalışmalarından dolayı da hassaten teşekkür ediyoruz. Allah razı olsun.
Aldığım Acı Haber ve Kudüs'ten Erken Ayrılışım
Mescid-i Aksa'da cuma namazını kıldıktan bir süre sonra kayınvalidemin Hakk'a yürüdüğünü öğrenmem benim için oldukça sarsıcı oldu. (Birer Fatiha rica ediyorum sizlerden.) Alel acele uçak bilet ayarlayıp gece 00.05 uçağına yetişmek için havaalanına gittim. Bilet ayarlamak ve havaalanına yetişmek biraz sıkıntılı oldu ama ulaştık hamdolsun. Dolayısıyla arkadaşlardan erken ayrılmış oldum ve özellikle çok istediğim Zeytin Dağı'na çıkamadan Türkiye'ye dönüş yaptım.
Bu seyahati organize eden Mirasımız Derneği'ne ve bize sabırla rehberlik eden Halis Mutlu dostumuza çok teşekkür ediyoruz.
Yeni Kudüs seyahatlerinde görüşmek duasıyla!..

Günden güne yitirdiğimiz Mirasımız Kudüs ve Mirasımız Derneği (2)

El-Halil’e gidip iftara otele yetişebilmek için Yafa’daki gezimizi hızlandırdık hatta Tel Aviv tarafındaki tek cami olan Ahmediye Camii’ne gidemeden El-Halil’e hareket etmek zorunda kaldık.
Günden güne yitirdiğimiz Mirasımız Kudüs ve Mirasımız Derneği (2)
Ferhat Ersin/Kudüs
Otobüs'l El-Halil'e doğru yola çıkıyoruz. Ancak normalde Kudüs ziyareti için geldiyseniz El-Halil tarafına geçmek yasak... Bir diğer husus da Batı Şaria'daki Müslümanların Kudüs'e, Mescisd-i Aksa'ya girişinin yasak olması ve özel izinle girebiliyor olmaları... Düşünebiliyor musunuz? Kendi ülkenizde, kendi topraklarınızda, kendi şehrinize, mescidinize girişiniz lanetli bir kavim tarafından engelleniyor. Biz Müslümanların uyanması için daha ne gerekli bilemiyorum ki?
Neyse, El-Halil'e giderken yol üzerindeki İsrail kontrol noktaları ve utanç duvarı dikkatimizi hemen çekiyor.
El-Halil, Kudüs'ten önce Hz. Davut'a da başkentlik yapmış bir şehir...
El-Halil'e girerken İsrail kontrol noktası var ve oradan geçmek zorundasınız. Bir deEl-Halil'in girişindeki şehre hâkim yüksek tepelere yapılmış olan İsrail yerleşim yerleri dikkatimizi çekiyor. Buralara özellikle Doğu Avrupa'da yer alan Yahudileri yerleştirdiklerini öğreniyoruz.
Terör Devleti İsrail, buralara yerleştirdiği Yahudilere dayalı döşeli, önünde arabaları dahi olan lüks evler ve iş garantisi veriyor.  Böylece Filistin topraklarını lanetli kavmi için cazip hâle getiriyor. Bu işgal politikasıyla da Filistin topraklarındaki işgalini her geçen gün genişletiyor ve Filistinlileri topraklarından sürüyor.
Nihayet El-Halil'e ulaşıyoruz. El-Halil'e girince sağda solda Filistin polisini görüyorsun. Bu polisler, FKÖ Lideri Mahmud Abbas'a bağlı... Ancak hiçbir yetkileri yok ve bir Yahudi askeri gelip ellerindeki silahları alıp polisleri gözaltına alabilir.
 
Tarihi binlerce yıl öncesine dayanan El-Halil, tüm Filistin toprakları gibi maalesef ki İsrail ablukasının derinden hissedildiği bir şehir. Şehirde yoğun olarak Müslümanlar yaşıyor ve taş binalar hemen dikkatinizi çekiyor. Buram buram tarih ve maneviyat kokuyor.
Ancak sokaklarına indiğiniz anda çevrenizi çocuklar sarıyor ve ısrarla size bir şeyler satmaya çalışıyorlar. Maalesef ki özellikle buradaki insanlar, bir nevi dilenci konumunda düşürülmüş. Gelir kaynakları sınırlı olduğu için ve yapacak çok da fazla bir şeyleri olmadığı için çaresizler. Tüm Filistin'de olduğu gibi Türkiye'den geldiğinizi öğrendiklerinde size karşı ayrı bir muhabbet ve ilgi gösteriyorlar.
Çocuklar o kadar masum ki... Hele kendinden az küçük kardeşini taşıyan bir kız çocuğu vardı ki bu kadar mı tatlı ve masum olur bir çocuk? Kendisini zor taşıyan çocuk, bir de kardeşini taşıyordu. Tabii bir fotoğraflarını almazsak olmazdı.
Yine bir arabaya doluşmuş ve bize hayran hayran bakan çocuklar da oldukça sevimliydi.
 
Arabadan inince çocuklarla biraz ilgilendikten sonra üç genç geliyor selam veriyor. Türkiye'den geldiğimizi öğrendikten sonra başlıyorlar Türkçe konuşmaya... İstanbul Üsküdar'da kalmışlar bir süre... Gözleri parlıyor bizi görünce... Sanki yıllardır görmedikleri bir yakınlarını görmüşler, o kadar sevinçliler ve bizimle beraber Halilürrahman Camii'ne geliyorlar, anlatıyorlar; bizi bir an bile yalnız bırakmıyorlar.
Birçok yerde olduğu gibi burada TİKA ve yaptığı güzel çalışmalar çıkıyor karşımıza. İnsan guru duyuyor ülkesiyle ve bu kurumla... Hani şu muhalefetin kapatacağım dediği TİKA...
 
El-Halil'e girebilmek için hem caminin yanındaki çarşıdan geçiyoruz. Çarşı diyoruz ama çarşıda pek bir şey yok, fakirliği tezgâhlardan hem anlıyorsunuz ve size Filistin'i çağrıştıran bir şeyler satma gayretinde hepsi... Bileklik, kolye vb.
Caminin dört tarafı işgali İsrail tarafından kapatılmış. Tek giriş ve kontrollü olarak alıyorlar Müslümanları...
 
Neyse ki caminin giriş kapısına varıyoruz, kapılar kapalı, ikindi namazı yaklaşmış ama insanları içeriye almıyorlar. Kapıda Müslümanlar bağırıyor, protesto ediyor. Bizim grup gelince kapıları açıyorlar -turist olarak gördükleri için- geçişimize izin veriyorlar, bu fırsattan yaralanıp yerli halkın bir kısmı da içeriye girebiliyor.
Bu manzara karşısında insanın öfke duymaması, İsrail'e ve onu destekleyen tüm Batı'ya lanet okumaması mümkün değil. Biz Müslümanlar için çok rezil ve zelil bir durum. Ağlamamak için kendimizi zor tutuyoruz.
 
Caminin girişindeki abdesthanede abdestlerimizi tazeliyoruz. Oraları temizleyen kişi hemen yanınıza gelip sizinle muhabbete başlıyor, Türkiye'den geldiğinizi öğrenince ayrı bir ilgi gösteriyor. Doğal olarak sizden biraz para vermenizi bekliyor. Acıyorsun bu insanlara, kahroluyorsun Müslümanların düşürüldüğü bu duruma...
Caminin içine girerken caminin bölünmüş olduğunu görüyorsunuz. Bir tarafı sinagog hâline getirilmiş, bir tarafı ise cami olarak hizmet veriyor.  Camiyi bile işgal edip bir kısmına çökmüş lanetli kavmin temsilcileri...
 
1994'te sabah namazında bir Yahudi, otomatik silahla cemaati tarayarak 29 Müslüman'ı şehid ediyor. İsrail mahkemesi bu katili deli raporu vererek serbest bırakıyor ve camiyi ibadete kapatıyor. Bir yıl kapalı kalan cami açıldığı zaman bir de görülüyor ki İsrail, camiyi ikiye bölmüş ve yarısından fazlasını Sinagog hâline getirmiş. Müslümanlar için oldukça önemli bu cami bir oldubittiye getirilerek işgal ediliyor.
Peki, Halilürrahman Camii'nin önemi nereden geliyor. Hz. İbrahim ve eşi Sare (Hz. İshak’ın annesi), oğlu Hz. İshak ve eşi Rafka (Rebeka), onun oğlu Hz Yakup ve onun oğlu Hz. Yusuf’un kabirlerine ev sahipliği yapan bir mescit olmasından dolayı oldukça önemli bir cami...
 
Üç dindeki (İslam, Musevilik, Hıristiyanlık) metinler ve rivayetler de kabirlerin burada olduğunu doğruladığı için kabirlerin bu peygamberlere ait olduğu kesin gibi...
Halilürrahman Camii'ndeki en dikkat çekici şeylerden biri de Selahaddin Eyyubi'nin koydurmuş olduğu minberidr. Nureddin Zengi, Halep’te Kudüs’ün fethi için iki minber yaptırır (1168), Kudüs’ün fethi kendisine müyesser olduğunda Selahaddin, bunlardan birini Kudüs’te Mescid-i Aksa'daki Kıble Mescidi'ne, diğerini ise El-Halîl’deki Halilürrahman Camii'ne koydurarak Nureddin Zengi'nin hayalini gerçekleştirir. Kıble Mescidi'ndeki minber maalesef ki bir yangında kül olur ve sonra yerine orijinalinin aynısı yapılır. Ancak Halilürrahman Camii'ndeki minber, tüm işgal girişimlerine, saldırılara rağmen hâlâ sapasağlam durmaktadır.
 
Camide iki rekat mescid namazı kılıp bir süre oturuyoruz, fotoğraflar çekiyoruz, özellikle Halis Mutlu'dan camiyle ilgili bilgiler alıyoruz. İkindi namazını kılıp camiden ayrılıyoruz.
Cami avlusunun dışına çıkarken sadece dışarı çıkacak şeklide ayarlanmış kafes şeklindeki kapıdan geçiyorsunuz. Şahit olduğumuz manzara ve Müslümanların içler acısı durumu hepimizi mahzunlaştırıyor.
Kudüs'e Yolculuk, Tekbir Tepesi'nden Mescid-i Aksa'ya Bakış ve Mescid-i Aksa
Kudüs'e hareket ediyoruz... Mescid-i Aksa'yı tam karşıdan gören Tekbir Tepesi'ne geldiğimizde başlıyoruz otobüste tekbir getirmeye... Otobüsümüz Tekbir Tepesi'nde duruyor ve iniyoruz tekbirler eşliğinde otobüsten. Karşımızda müthiş bir manzara... Mescid-i Aksa... Kubbet-üs Sahra... Çok farklı bir duygu kaplıyor içimizi... Biraz fotoğraf, video çekimi yapıp Halis Mutlu'nun verdiği bilgileri dinledikten sonra grup aşka geliyor, ilk ses duyuluyor: Tekbiiirrrr!.. Allahüekber, Allahüekber, Allahüekber!.. Bizdeki coşkuyu gören Filistinli bir grup kadın da aynı şekilde tekbir getirip bizi alkışlıyor. Tam o esnada tek sıra hâlinde elleri birbirinin omzunda ilerleyen ve ayin yapan Yahudi grubunda yüreği yerinden oynamış olmalı ki bir hayli tedirgin olarak uzaklaşıyorlar.
 
Tekbir Tepesi'nin hem alt kısmına düğünlerini vb. yapmak için Yahudiler eğlence mekânı açmış ve bangır bangır müzik çalıyor. Bunu da Müslümanlara rahatsızlık vermek için özellikle yapmışlar. Gerçekten de oldukça da rahatsızlık verici bir durum.
Buradan da hareket edip Mescid-i Aksa'ya 20 dakikalık yürüme mesafesinde olan otele geçiyoruz. Normalde planımız, otele yerleştikten sonra Mescid-i Aksa'ya geçip iftarımızı Mirasımız Derneği'nin vermiş olduğu ümmet iftarında açmaktı ama yetişme şansımız kalmadığı için ilk iftarımızı otelde yapmak zorunda kaldık.
İftardan sonra yatsı ve teravih namazı için Mescid-i Aksa'ya geçtik. Müslümanların genç, yaşlı, kadın, erkek, çoluk çocuk akın akın Mescid- Aksa'ya koşması tarifsiz bir mutluluk verdi bize. İnsanlar, Mescid-i Aksa'yı sadece bir mescid olarak görmüyor. Orası bir yaşam merkezi, Müslümanların onuru, şerefi... Mescid alanına girdiğiniz anda her yeri mescide çevirmiş insanlar... Bir tarafta yiyip içenler, bir tarafta seccadesini sermiş namaz kılanlar. O kadar canlı, hareketli ve cıvıl cıvıl bir ortam ki... Mescid-i Aksa sizi hemen etkisi altına alıyor, öyle bir huzurla doluyorsunuz ki anlatılmaz...
Mescid-i Aksa'ya yalnız girdiğim ve nereye gideceğimi tam olarak bilmediğim için önce Kubbet-üs Sahra'ya yöneliyorum ancak her tarafta kadınlar var, erkekler yok. kubbet-üs Sahra'nın yatsı ve teravih namazlarında kadınlara tahsis edildiğini öğreniyorum ve Burak Mescidi'nin olduğu tarafa yöneliyorum çok da bilinçli olmayarak... Akşam namazını kılmam lazım... Bakıyorum herkes, namazlarını bulduğu yerde, beton, toprak demeden kılıyor. Ben de açık hava mescidlerinden birinde Kasımpaşa şadırvanının -İstanbul'daki Kasımpaşa semtine adını veren paşa- hemen yan tarafında namaza duruyorum. Yan tarafta namazını kılmış olanlardan biri hemen seccadesini benim alnımın geleceği yere seriyor. Bu incelik hoşuna gidiyor, memnun oluyorsun. Namaz bitince hemen bir mırra ikram ediyor bir başkası...
O kadar huzur verici bir ortam ki... Türkiye'den geldiğini anlayınca hemen konuşmak istiyorlar; Türkiye'ye, Türklere ve özellikle de Recep Tayyip Erdoğan'a sürekli dua ediyorlar.
Bu manzarayı gördükçe sorumluluğumuzun ne kadar büyük olduğunu anlıyoruz. İslam Âlemi'nin bize, Türkiye'ye, özellikle de Recep Tayyip Erdoğan'a çok ihtiyacı var.
Yarın Kudüs gezisi, Mescid-i Aksa ve Mirasımız Derneği'inin faaliyetleriyle devam edelim inşallah...