22 Ekim 2016 Cumartesi

Onlara Vermezken Size Neden Vereyim

Şehrin hayırsever vakıflarından birindeki çalışanlar, şehrin enbaşarılı avukatından henüz herhangi bir bağış almamış olduklarını farkettiler.Bağış toplama görevindeki kişi, avukatı bağışta bulunması için ikna etmeye çalışıyordu:"Araştırmalarımıza göre yıllık geliriniz en az 500 bin dolar, ancak bugüne kadar hiçbir hayır isine bir kuruş bağışta bulunmamışsınız. O paranın bir kısmını bir şekilde topluma iade etmek istemez miydiniz?"Avukat bir süre düşündükten sonra,"Araştırmalarınız, annemin uzun bir hastalıktan sonra ölmek üzere olduğunu ve hastane masraflarının yıllık gelirimin birkaç kat üstünde olduğunu da gösterdi mi?"Görevli utanarak"Şey, hayır!.." dedi."Sonra, kardeşimin malul bir gazi, kör ve tekerlekli iskemleye mahkûm olduğunu?.."Görevli, utancından kıpkırmızı kesilmiş bir hâlde özür dilemeye çalışırken avukat onun sözünü kesti:"Ya da kız kardeşimin kocasının bir trafik kazasında öldüğünü ve onu üç çocuğuyla beş parasız bıraktığını?"Görevli yerin dibine geçmişti, sadece,"Hayır, hiçbir bilgim yoktu ..." diye mırıldanabildi.Avukat bir kez daha onun sözünü keserek devam etti:"Pekâlâ, ben onlara zerre miktar para vermezken size niçin vereyim?"

Şu anda Türkiye'de sermayeyi elinde tutanlar, aynen bu hikâyedeki avukata benziyor. Sermayeyi elinde tutan ve ekonomiye yön veren belli şirketler; milletin üzerinden kazandıkça kazanıyor, devletin ve devlet adamlarının kendilerine sağlamış olduğu imkânları tepe tepe kullanıyor. Ama bu kazançlarından millete pay ayırmaları, milletin sırtından kazandıklarının bir kısmını milletin refahı için kullanmaları, millete daha fazla aş, iş vermeleri istendiğinde o kadar gaddarlaşıyorlar ki insan hayretten küçük dilini yutuyor. Her yıl milyarlarca dolar kâr açıklayan şirketlerin bu ülkeye sağladığı katma değer devede kulak bile değil.

Özellikle bankalar, bulduğu her fırsatta milletten bedava kazanç sağlamak için her şeyden para kesiyor, hükûmetin vatandaş lehine yaptığı her küçük düzenlemeden sonra "öldük, bittik, battık" açıklamasıyla feryat figan edip yeri yerinden oynatıyorlar. Ama yıl onu gelip sıra kâr açıklamaya geldiği zaman, yüksek kâr açıklamak için birbirleriyle yarışıyorlar ve açıkladığı rakamlarda en küçüğünde yüz milyonlarca dolarlar havalarda uçuyor.

Sıra çalışana hakkını vermeye, sosyal yardımlarda bulunmaya geldiğinde ise iş adamlarının ve şirketlerin vicdansızlıkta sınır tanımadığı görülmektedir. Çalışanın SGK'sından çalma, verebileceği ücretin en azını verme vb. konularda insanlığın ve insaniyetin sınırlarını zorlayan tutum ve davranışlara şahit oluyoruz.

Cumhurbaşkanımızın "Kefenin cebi yok!.." uyarılarına rağmen sermaye sahiplerinin her geçen gün daha kapitalist, daha acımasız olduklarını söylersek yanlış olmaz sanırım... Hele bir de Cumhurbaşkanımız R. Tayyip Erdoğan gibi bir lider, AK Parti gibi güçlü bir iktidar olmasa bu sermaye sahiplerinin bu millete neler yapabileceğini düşünmek bile korkutuyor insanı!..
Ne diyelim Allah, büyük sermaye sahibi iş adamlarını da asgari insaniyet sınırları içinde tutsun!.. Hepsine insaf, izan, vicdan versin!..

İlan-ı Aşk ve Elveda

Seni görmeden âşıktım sana!.. Uzaktan uzağa seviyordum seni... Hiçbir arada bulunmamıştık, sana hiç gelmemiştim!.. Sadece resimlerinden, hakkında okumuş olduklarımdan ibarettin benim için... Ama yine de vurgundum sana; seni görme yakından görme arzusu beni kendimden geçiriyordu. Seninle olacağım günlerin özlemi, hayali, düşüncesi bile mutlu olmam için yetiyordu. Hayallerimi süslüyordun, sensizken yaşamıyordum desem belki doğru olmaz ama seninle yaşamanın hayali bile kanımın daha hızlı akmasına, kalp atışlarımın hızlanmasına yetip de artıyordu!..

Ama senin âşıkların çoktu; senin için her şeyinden vazgeçmeye, seninle olmak için yurdunu yuvasını terk etmeye gönüllü o kadar çok kişi vardı ki!.. Senin endamın, güzelliğin, çekiciliğin âşıklarının ruhunu eritip bir kalıpta donduruyordu. Sen zaman, mekân aşıp geçmiş sevgiliydin. Geçmişine sıkı sıkıya bağlıydın, tarihinden kopmuyordun ama geleceğe doğru da emin adımlarla yol alıyordun. Sana baktıkça geçmişin ağırbaşlılığını, geleceğin cazibesini görmemek mümkün değildi. Aynı anda hem geleneksel hem moderndin. Geleneksel düşünen, geçmişine bağlı yaşayan da sana âşıktı; modern olup konfora düşkün, yüzü geleceğe dönük yaşayan da...

Hele o sürekli giydiğin maviler yok mu? Üstüne mavi, altına mavi... Bir de boynuna takmış olduğun gerdanlıklar... Önceden ikiydi, şimdi artık üç... Hele baharda o mavi elbiselerine süs olan erguvan rengi ve kokusu, hangi âşığın başını döndürmez ki? Herkes sana âşık, genç ihtiyar!.. Güldürdüklerini bırak, ağlattıkların bile bahtiyar...

Bu kadar âşığın varken, herkes peşinde pervane olurken, senin için her şeyi göze alırken bana mı yâr olacaktın? Pek de umutlu değildim doğrusu... Hatta umutsuz... Ancak 19'umdan 20 yaşıma doğru yol alırken ilk defa sana geldim, seni yakından gördüm. Senin hakkında dinlediklerim, okuduklarım hiçbir şeymiş; sen tüm anlatılanların çok ötesinde bir güzelliğe sahiptin. Seni görünce nutkum tutuldu, kendimden geçtim, sende kayboldum, yok oldum sende... Rabbim; ne güzeller, ne güzellikler yaratmış ama her güzelden sana bir parça güzellik bahşetmiş. Sana bakmaya kıyamadım, baktıkça doyamadım.

Gösterişi sevmem, tesettürün farz olduğuna inandığım için açılıp saçılan, güzelliğini ortaya döküp teşhir edenlere tepkili ve mesafeliyim. Ancak sen güzelliğini ortaya döküp teşhir ettikçe sana daha çok bağlandım. O kadar ki sen bana çile çektirip eziyet ettikçe sana yaklaştım, sana bağlandım. "Öl desen ölürdüm, yan desen yanardım; sev dedin sevdim, anlamadın…" Seninleyken çok çile çektirdin. Bir günün diğerini tutmadı. Senin için çok fedakârlıkta bulundum, oflayıp pufladığım zamanlar olsa da hep sana sadık kaldım. Çok nazlıydın, ancak yine de usanmadım senden!.. Ama anladım ki artık sen bana yâr olmadın, olmayacaksın, olamazsın!.. Zamanımı çaldın, ömrümü aldın, artık dudaklarımda bir şarkı olarak kaldın!.. Bundan sonra yeni âşıklarınla mutluluklar dilerim sana!.. Yine seni sevmeye devam edeceğim, ancak 20 yaşımdan önce olduğu gibi sadece uzaktan seveceğim.

Ah İstanbul!.. Hayallerimin şehri... Elveda sana!..

17 Ekim 2016 Pazartesi

CIAmaat'in Darbesinden Kurtulamayan Kim?

Malum olduğu üzere MİT kriziyle başlayan ve 17-25 Aralık, 15 Temmuz darbe girişimlerinin üzerinden bir hayli zaman geçti. Aslında darbe girişimlerinin alt yapısının uzun zamandır atıldığı ise her geçen gün daha aşikâr olmaya başladı. Meğer camia; hizmeti, hoşgörüyü, mülayimliği çoktan bırakmış da cevval bir darbe heveslisi olmuş. Biz Müslümanlar ise dünyanın dört bir yanında ülkemizi tanıtıyorlar, kimsesizlerin kimsesi oluyorlar, eğitim faaliyetlerinde bulunuyorlar vb. gerekçelerle göz önünde olan çarpık zihniyet yapısına, sakat İslam anlayışına saf saf göz yummuşuz yılarca.

Yıllardır gazetelerinin çok satmasından kendimize pay çıkardık. STV’deki maneviyat hırsızı dizileri içimize sinmese de aklamaya çalıştık bir şekilde. Camiaya ait devasa şirketlerle gurur duyduk. Onlar bizim giremediğimiz kamu kurumlarına girip kilit noktalara geldikçe kendimiz oralara yerleşmiş gibi sevindik. Dershanelerine, kolejlerine on binlerce öğrenci toplamalarını gıptayla izledik, hatta destekledik çeşitli şekillerde. O öğrenciler üzerinde laboratuvar çalışmaları yaptıklarını, onları birer kurşun asker olarak yetiştirdiklerini görmezden gelerek…

Bulundukları ortamlarda kendileri dışında hiçbir cemaate, kendilerine mensup olmayan bir Müslüman’a yaşam hakkı vermemelerini görmezden geldik. Kendileri dışında dost bildikleri bir İslami oluşum, bir kitle, bir dernek, bir vakıf olmadığını yaşayarak öğrenmemize rağmen saf saf mazeretler bularak kendimizi kandırdık.

28 Şubat’ta takındıkları tavır, başörtüsü zulmü karşısında duruşları bile kendimize getiremedi biz Müslümanları.

Yerleştikleri kamu kurumlarında ilk iş olarak oradaki İslami hassasiyet sahibi kendilerinden olmayan insanları tasfiye etmeleri, bulundukları hiçbir kamu kurumuna kendileri dışında bir gruba mensup Müslüman’ı sokmamaları bile gerçek yüzlerini görmemizi sağlayamadı.

Ümmet-i Muhammed olmadan ümmete hizmet; İslamiyet olmadan, gayri İslami yöntemlerle İslam’a hizmet ettiklerine inandırdılar bizi.

Hem hırsız hem arsız olanlar, belli bir noktadan sonra kendilerinin hırsızlık ve arsızlıklarını fark edip hırsızlık ve arsızlıklarına ‘’DUR!’’ diyenleri hırsızlıkla suçladılar, darbeler yapmaya kalktılar!.. Neyse ki bu defa karşılarında kafası kendilerininkinden daha çok çalışan, halka ve Hakk’a kendilerinden daha yakın olan, kendilerine bakıldığı gibi şüpheyle bakılmayan bir lider, sağlam bir irade vardı da önce hükûmet, sonra ülke, sonra Müslümanlar bir felaketten kurtuldu.

Tamam, Müslümanlar bu camianın önde gelenlerinin ve kurşun askerlerinin gerçek yüzünü gördü; hükûmet darbeden kurtuldu. Ama darbeden kurtulamayan, darbeyi tam belinin ortasından yiyen bir şey var!O darbenin verdiği hasarın giderilmesi uzun yıllar alacak. Bu darbeyi yiyen ne mi? SAMİMİYET ve GÜVEN…Bu camianın yaptıkları, darbeyi asıl bizim maneviyatımıza vurdu. Saflığımıza vurdu… Samimiyetimize vurdu… Birbirimize duyduğumuz şüphesiz güvenimize vurdu… Biz bir daha ne zaman eskisi gibi birbirimizin samimiyetine inanıp birbirimize güveneceğiz? Hükûmet, kendine ve millete yapılan darbeyi önledi de maneviyatımıza yapılan bu darbe ne olacak?

İşte, asıl sorun budur!..