24 Aralık 2015 Perşembe

Allah’ın Lanetlediği Kavimden Müslüman'a Dost Olmaz

AK Parti Genel Başkan Yardımcısı ve Sözcüsü Ömer Çelik, Mavi Marmara olayından sonra bitme noktasına gelen İsrail-Türkiye ilişkileri ile ilgili “Kesin bir anlaşma yok. Henüz imza atılmış bir şey söz konusu değil. Bir taslak üzerinde çalışılıyor. Kuşkusuz İsrail Devleti ve İsrail halkı Türkiye’nin dostudur. Türkiye üç şart ileri sürmüştür ilişkilerin normalleşmesi için. Bizim gözlemleyeceğimiz unsur, bu üç şartın yerine gelip gelmeyeceğidir” açıklamasını yaptı.

Bu açıklamadaki “Kuşkusuz İsrail Devleti ve İsrail halkı, Türkiye’nin dostudur” ifadesini duyunca insan kulaklarına inanamıyor. Abdullah Gül’ün zihinlere kazınan ifadesiyle söylersek: İnsan gerçekten hayret ediyor. “İsrail Devleti ve İsrail halkı, Türkiye’nin dostudur” hem de “kuşkusuz” öyle mi?

Bu ifadeyi kullanan kişi, AK Parti Genel Başkan Yardımcısı ve parti sözcüsü, AK Parti’nin kuruluşundan beri partinin içinde olan ve partide önemli bir ağırlığı olan Ömer Çelik... Böyle düşününce insan bir kez daha hayret ediyor doğrusu!..
İsrail Devleti’ni bırakın, İsrail halkı nasıl Türkiye’nin dostu olur? Bu gaf/let nasıl tevil edilebilir? Bu ülkenin bugüne kadar olan duruşunu, AK Parti’nin eylem ve söylemlerini, Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın İslam dünyasına umut veren liderlik vasfını inkâr etmek değilse, nedir bu vahim cümle?

Eğer İsrail Devleti ve halkı, Türkiye’nin dostu ise biz o kadar sıkıntıyı niye yaşadık, yaşıyoruz? İsrail, bizim dostumuzsa biz Filistin’in, Gazze’nin neyi oluyoruz? Mescid-i Aksa bizim için ne anlama geliyor, Kudüs bizim için ne ifade ediyor? Cumhurbaşkanımız, Davos’ta Şimon Peres’in şahsında İsrail’e ve tüm dünyaya neden “VAN MİNİT” çekmişti ki o zaman?

Bize sakın bu söylemin “reel politik” bir söylem olduğunu söylemeyin! Bu millet, “reel politik” söylemlerin dışında “hayal politik” söylemler ortaya koyup ezber bozduğu için, duygularımıza tercüman olduğu için AK Parti ve Recep Tayyip Erdoğan’ın peşinden gidiyor yıllardır.

Biz İsrail Devleti’ni ve halkını “dost” olarak nitelersek, Sabra ve Şatilla’da katledilen binlerce Filistinlinin yüzüne nasıl bakarız ahirette? Şeyh Ahmet Yasin’e, Rantisi’ye ve binlerce şehide nasıl sahip çıkarız? 2006 yılında Lübnan’da 27 kişinin öldüğü Kana saldırısında boynundaki mavi emzikle katledilen 10 aylık bir bebek olan Filistinli Abbas’ın hâlâ o görüntüsü gözlerimizin önündeyken nasıl “dost” deriz İsrail’e? İsrail askerlerinin kurşunlarıyla babasının kucağında can veren Muhammed’in o hâli gözlerimizde, babasının çığlıkları hâlâ kulaklarımızdayken İsrail’e dost demeyi nasıl kabulleniriz? Kana susamış İsrail siyasetçileri ve askerleri hâlâ her gün Filistinlilere, Gazzelilere kan kustururken, onları inim inim inletirken Allah’ın lanetlemiş olduğu bu kavmin sözde de olsa “dost” olarak nitelenmesini hoş karşılamamızı beklemesin hiç kimse bizden!... Arkasına sığınılacak hiçbir reel politik söylem, hiçbir çıkar hesabı, hiçbir denge politikası da mazur gösteremez bize bu söylemi!..
Zira çok öfkeliyiz İsrail’e de onu dost edinenlere de!..

21 Aralık 2015 Pazartesi

Hız ve Haz Peşinde Heder Olan İnsanlığımız

Teknolojinin hızlı bir şekilde gelişmesiyle birlikte insanlar da hayatı çok hızlı yaşamaya başladı, her şeyden çabuk sıkılır oldu. Uzun süreli şeylere karşı tahammül kalmadı. Her şeyden zevk almayı ister oldu; kendilerine haz vermeyen hiçbir şeye değer vermiyorlar. Hiçbir şey kaçmasın, haz alınmadık bir şey kalmasın, her şeyin tadına bakalım düşüncesiyle de hayatı müthiş hızlı yaşıyorlar. O kadar hızlı yaşıyorlar ki çevrelerindeki güzellikleri fark etmelerine imkân kalmıyor; hayatı, güzellikleri ıskalıyorlar. Gözleri hep uzaklarda olduğu için yakınlarındaki güzellikleri fark edemiyorlar. Gözleri hep daha fazlasında olduğu için azla yetinmek nedir bilmiyorlar, daha fazla olursa daha mutlu olacakları yanılgısı ile hareket ediyorlar... Kemal Sayar, “Yavaşla” kitabında “Görmenin yerini bakmak hatta bakmanın yerini göz atmak aldı. Şeyler, artık iki göz atış arasındaki süre boyunca ilgimizi çekebiliyor” diyor.
Bir zamanlar Afrika’da kayıp bir şehri aramakta olan arkeologlar; beraberlerindeki eşya ve yükleri, yerlilerin yardımı ile taşıyarak uzun bir yolculuğa çıkarlar. Kafile zor tabiat koşullarında, balta girmemiş ormanların içinde ilerleyerek nehirleri, çağlayanları geçerek yolculuğa devam ederken yerliler birden durur. Taşıdıkları yükleri yere indirir ve hiç konuşmadan beklemeye başlarlar. Ulaşmak istedikleri yere bir an önce varmak isteyen Batılı arkeologlar, bu duruma bir anlam veremez; zaman kaybettiklerini, bir an önce yola devam etmeleri gerektiğini anlatarak yerlilerin neden durduklarını öğrenmek isterler. Fakat yerliler, büyük bir suskunluk içinde sadece beklerler. Rehber, “Neden durdunuz, niçin bekliyoruz?” diye tekrar sorduğunda yerliler yanıt verir: “Çok hızlı gidiyoruz. Ruhlarımız geride kalıyor.”
Kanaatkâr, cömert, fedakâr, diğergam, vefalı, hoşgörülü, iyi niyetli insanlar dünyadan bir bir göçünce günümüz insanı da ruhunu geride bırakıp sadece heva ve hevesinin peşinde koştuğu için kanaatkârlık, cömertlik, fedakârlık, diğergamlık, vefa, hoşgörü, iyi niyet de hayatımızdan bir bir çekildi. Bunların yerini açgözlülük, cimrilik, bencillik, ihanet, tahammülsüzlük ve art niyet aldı. Ortaya ruhsuz insanlar(!) yığını çıktı. Olumlu özellikleri üzerinde taşıyan, kendinden çok başkasını düşünen ya da en azından sadece kendini düşünmeyip başkalarını da düşünen insanlara ise “enayi” gözüyle bakılır oldu genellikle.
Kimse, bir başkasına karşılıksız bir yardımda bulunmuyor; biri size karşılıksız bir iyilikte bulunsa altında mutlaka başka bir şey arıyorsunuz. İyilik yapana da ilk başta pek iyi gözle bakmıyorsunuz, acaba altından ne çıkacak endişesini yaşıyorsunuz.
Bütün bunların sebebinin gereğinden çok hızlı bir yaşam sürmemizden, her şeyden haz almak düşüncesinde olmamızdan, yalnızca kendimiz için bencilce yaşamamızdan kaynaklandığını düşünüyorum. Artık hızlı yaşamanın yaşamak olmadığının farkına varmalı, hız ve haz peşinde koşmayıp yavaşlamalıyız.
O zaman ne diyoruz? Yavaşla, ruhunu geride bırakmadan yaşamaya başla...