8 Kasım 2017 Çarşamba

Ülkemiz ve Terör

Ülkemizde son zamanlarda terör olayları yine iyice azdı. Şehit haberleri arka arkaya gelmeye başladı. ABD'nin Büyükelçisi John Bass, Ankara'dan ayrılırken "Dokuz buçuk aydır Türkiye'de terör saldırısı yaşanmıyor. Bu, DEAŞ vazgeçtiği için değil, işbirliğimizin sonucu..." demişti. Onun bu çirkin söylemi, herkes tarafından Türkiye'ye tehdit olarak algılanmıştı.

Şimdi o tehdidin gereğini yapmak için maşalarını kullanmaya başlamış olmalı ABD... Çünkü ABD'nin köpekleri durumundaki terör örgütleri faaliyetlerine hız verdi.

Bir bakıyorsunuz ülkenin bir köşesinde DAEŞ adına eylem yapmaya hazırlanan bir grup terörist yakalanıyor. Bir başka gün farklı bir noktada PKK ve yandaşları, askerimize polisimize yönelik saldırıda bulunuyor.

İsimleri farklı da olsa, ideolojileri farklı da görünse ülkemizde ve komşu ülkelerde cirit atan terör örgütlerinin hepsinin beslendiği, kemiğini yaladığı yer aynı merkez: ABD.

Nitekim Hakkâri Şemdinli'deki PKK saldırısında kullanılan silahların ABD menşeili olduğu, teröristlerin ABD'nin YPG'ye verdiği AT4 anti tank füzesiyle saldırdığı iddia ediliyor. Nitekim yapılan operasyonlarda da bu anti tank füzelerinden ele geçirilmiştir. Bu silahlar ise DAEŞ'le mücadele yalanıyla ABD tarafından YPG'li teröristlere verilmişti.

Ülkemiz güçlendikçe, ABD ve Batılı ülkelerinin kontrolünden çıktıkça başımıza terör olayları musallat olmaya devam edecektir. Değişen sadece terör örgütlerinin adı olacaktır. FETÖ, DAEŞ, PKK, YPG, DHKP/C vb. terör örgütlerinin tamamı ABD'den ve Batılı ülkelerden beslenmektedir ve bunların hemen hemen hiç istisnası yoktur. Bunların elebaşları, militanları sıkıştığında soluğu bu ülkelerde almakta ve gittikleri ülkelerde krallar gibi ağırlanmaktadır. Türkiye, bu ülkelere teröristlerin teslimine yönelik yaptığı hiçbir çağrı ve girişime ise karşılık alamamaktadır.

Bu da gösteriyor ki küffar tek milletir ve onlardan bize hiçbir zaman dost olmaz, onlara hiçbir zaman güvenilmez. Küffar; kendi içinde ne kadar sorun yaşarsa yaşasın, hangi problemlerle boğuşursa boğuşsun bize karşı yekvücut olmaktadır.

Ancak bizde durumlar nasıl? İç siyasetle dış siyaseti ayırt edemeyen; vatan, millet, ülke diye bir kaygısı olmayan bir ana muhalefet... Ülke içindeki başarısızlığını, milletle yakalayamadığı ortak dili ülkemizi sürekli Batı'ya şikâyet ederek örtmeye çalışan bir ana muhalefet...

Ülke Batı'yla kriz yaşar, muhalefet; Batı ülkelerinin sözcülüğüne soyunur: Hükûmetimizi ve Cumhurbaşkanımızı zor durumda bırakıp köşeye sıkıştırmak için Batılı ülkelere ülkemize müdahale etme ve ekonomik kriz çıkarma çağrısında bulunur.

Ülkemize, askerimize, polisimize, milletimize terör saldırısı olur; ana muhalefet temsilcileri terör örgütlerini kınayıp birlik beraberlik söylemleri geliştirmek yerine devleti, hükûmeti suçlar. İnsan çıldırıyor, hırsızın hiç mi suçu yok?

Mesele iç siyaset meselesini çoktan aşmıştır. Mesele devletimizin, ülkemizin, milletimizin bekası meselesidir. Küffar, bize karşı yekvücut olmuşken bizim ayrılık gayrılık türküsü söylemeye ne hakkımız ne de zamanımız vardır.

Artık ülkemizde birlik beraberlik, yekvücut olma zamanıdır. Allah, siyasilerimize de bunu kavrayacak akıl, izan ve feraset versin!..

Selam ve dua ile...

Eğitim, Öğretmenlik ve Performans Ölçümü

Eğitim, TDK sözlüğünde, “Çocukların ve gençlerin toplum yaşayışında yerlerini almaları için gerekli bilgi, beceri ve anlayışları elde etmelerine, kişiliklerini geliştirmelerine okul içinde veya dışında, doğrudan veya dolaylı yardım etme, terbiye” olarak; öğretim ise “Belli bir amaca göre gereken bilgileri verme işi, tedris, tedrisat, talim” şeklinde ifade edilmiş.

Eğitimcilerimizin ise genellikle okulda yapmaya çalıştığı ve yapmaya zorlandıkları şey de eğitim değil, öğretimdir. İtiraz ederseniz öncelikle isimden başlayabiliriz. MEB'in okullardaki kadrolu görevlilerine "öğretmen" diyoruz, "eğitmen" demiyoruz. "İsmin ne önemi var?" derseniz ona da her şeyin isimlendirmeyle başladığını, kavramların çok önemli olduğunu söyleyerek cevap veririm.

Ülkemizde öğretmenlik mesleği, oldukça zor şartlar altında icra ediliyor. İdari kadrolar ise öğretmeni ve öğretmenlik mesleğini hep olumsuz şekilde tartışmaya açarak öğretmenin işini daha zorlaştırıp mesleği itibarsızlaştırma konusunda var güçleriyle çalışıyorlar. Öğretmeni mesleğinden soğutuyor, öz güvenini azaltıyor, dik duruşunu kabullenemeyip sürekli boyun eğdirmeye çalışıyorlar.

Okullarda, millî eğitim müdürlüklerinde, bakanlıkta öğretmenler; sürekli kontrol altında tutulup belli şablonun, kuralların, sınırların dışına çıkması ve özgün olması engelleniyor.

İşin ilginci okulları yönetip öğrencilerin daha iyi eğitim alması, öğretmenlerin daha verimli çalışması için ortam hazırlaması gereken idarecilerin ekseriyeti; öğretmene boyun eğdirme, farklı olmasını engelleme görevini icra ediyor. Sorumlu oldukları kurumları, etkileriyle değil de yetkileriyle yönetmeye çalışıyorlar. (Yetkisiyle değil de etkisiyle idarecilik yapıp sadece sorun çözmek için ortada bulunan yöneticilerimize selam olsun.)

Çok basit meseleler bahane edilerek hakkında tutanaklar tutulup soruşturmalar açılıp cezalandırma yoluna gidilerek terbiye ediliyor(!)öğretmenler!..

Şimdiki meselemiz ise öğretmenin performansını ölçmek... Peki, nasıl ölçülecek öğretmenin performansı? Herkes, öğretmene not verecek... İdareci, meslektaşı, veli ve daha da komiği öğrenci... Yapmayın Allah aşkına!.. Bu sistem performansı ölçmez, öğretmeni ileriye götürmez... Fitneyi artırır, gruplaşmalara sebep olur; öğretmeni omurgasızlaştırır, dik duruşunu engeller.

Bu not olayı, öğretmeni aşırı derecede rencide eden, itibarsızlaştıran ve insan ilişkileri açısından da içinde bir sürü sıkıntı barındıran bir durumdur. Bir an önce bundan vazgeçilip daha olumlu ve öğretmeni teşvik edici yöntemler üzerinde çalışılmalı...

İki örnekle olayı somutlaştıralım ki olayın vahameti anlaşılsın:

Muzip bir öğrenci, öğretmenler hakkında çizelge hazırlayıp yıl sonunda görüşeceğiz, diye tehdit savuruyor sosyal medya üzerinden. Diyebilirsiniz ki latife... Kesinlikle değil ve bunu yapacak yığınla öğrenci ve veli var. Not veren kişiye not verdiği kişinin not vermesi, neresinden bakarsanız bakın, tutarsızlık...

Yine okulun birinde duruşuyla, kişiliğiyle öne çıkan bir öğretmenimiz; bir konuda idareyle ters düşüyor ve idareden gelen talebi akıl, mantık ve vicdana uygun bulmadığı için geri çeviriyor. Okul müdürü, öğretmenimizi yanına çağırarak “Hocam, yıl sonunda sizi değerlendireceğimizi biliyorsunuz değil mi?” diye tehdit ediyor. Şimdi siz bu şartlar altında öğretmenden duruş, hakkaniyet ve adalet bekleyin...

Bir noktaya dikkat çekerek yazıyı noktalıyorum: Performansını ölçtüğünüz öğretmen müfredatı vermekte, görevini kâğıt üstünde yapmakta çok iyi... Gelin görün ki öğretmenliğin asıl kısmı olan örnek olma, duruşuyla ders verme konusunda problemli biri... Ya da tam tersi... Bu durumda ölçme ve değerlendirme noktasında ne yapacaksınız?

Öğrencide iz bırakan öğretmen, her şeyi bilip eksiksiz yerine getiren değildir; öğrenciye duruş kazandıran, kişiliğiyle örnek olan, kısacası gençlik, gelecek, ülke konusunda derdi olan öğretmenlerdir.

Peki, bunu ölçebilecek misiniz?

Siyasetçilerinin İhanet Ettiği Kadim Şehir: Adana

Adana ve Çukurova bölgesi çok eski devirlerden beri önemli bir yerleşim merkezidir. Birçok medeniyete ev sahipliği yapmış ve hep önemli yerleşim yeri, ticaret ve tarım merkezi olmuştur.

Abbasiler Devri'nde bu bölge Türkleşmiş ve o günden bu yana Türkler’in vatanı olmuştur. Hazret-i Ömer zamanında İslam orduları Adana’ya gelmişlerdir. Abbasi devrinde, Türkmen oymakları ve beyleri bu bölgeye yerleştirilmiştir.

Son yıllarda adliye olaylarıyla, kavgalarıyla, narkotik ve ahlak polislerinin yaptığı operasyonlarla anılan ve çeşitli algı operasyonlarıyla olumsuz bir tablo çizip zihinlerde ürkütücü bir şehir profili oluşturulan Adana, tarih boyunca önemli şahsiyetleri bağrından çıkaran bir şehir olmuştur. Karacoğlan, Necmettin Erbakan Hoca, Mahmut Sami Ramazanoğlu, Yaşar Kemal, Şener Şen, Fatih Terim gibi farklı alanlarda söz sahibi olan kişileri bir çırpıda saymak mümkün...

Ancak gelin görün ki yakın zamana kadar İstanbul, Ankara ve İzmir'den sonra ülkenin dördüncü büyük şehri olan Adana; sanki bilinçli olarak geri bırakılmış, hizmetlerden mahrum edilmiş ve sıralamada bir hayli gerilerde kalmıştır.

Konya, Kayseri, Bursa, Antalya, Gaziantep gibi şehirler hızla gelişip her geçen yıl üstüne koyarken Adana, gelişmeyi bırakın yerinde bile sayamamıştır.

Verimli toprağıyla, sanayisiyle, stratejik konumuyla hızla gelişmesi gerekirken âdeta şehre ihanet eden siyasetçileri yüzünden sürekli geri kalmıştır.

Arazi şartları Adana'ya göre çok zor ve yapımı katbekat pahalı olan İstanbul gibi bir yerde bir metro hatları belediye tarafından iki üç yılda tamamlanırken Adana'da on iki yılda tamamlanamamış ve en sonunda Ulaştırma Bakanlığı eliyle tamamlanmıştır. Buradan hesaplayın Adana siyasetçilerinin Adana için nasıl bir hizmet(!) ürettiğini!..

Adana'da maalesef ki siyaseten milletle iyi diyalog kuracak, milleti kucaklayacak, milletin sorunlarına çözüm üretecek, millet için hizmet üretecek doğru isimler hiç bulunamamış ya da tercih edilememiştir.

Adana'nın özellikle Kozan'dan sonra gelen Feke, Saimbeyli, Tufanbeyli gibi ilçelerinin ve köylerinin hâli içler acısıdır. Oralarda âdeta devlet yoktur... Yollar berbat, köyler susuzdur. Alt yapı, üst yapı hiçbir hizmet alamamıştır bu ilçeler ve köyleri... Cumhurbaşkanımız; Adana milletvekillerini, belediye başkanlarını yanına alıp özellikle Feke ilçesini ve köylerini şöyle bir gezse gördüğü manzara karşısında büyük bir hayal kırıklığı yaşayıp buraların Adana toprakları olduğuna inanamayacaktır.

Feke'den yola çıkıp Kayseri'nin ilçesi olan Yahyalı'ya kadar olan köyleri gezse Kayseri sınırından Adana sınırına girildiği anda hizmetin, alt yapı çalışmalarının bıçakla kesilmiş gibi bir anda bittiğini görecektir. Kayseri'nin siyasetçileri de siyasetçi, Adana'nın siyasetçileri de...

Doğu illerinin birçoğunu gezdim, doğu illerinin köyleri buralardan 20-30 yıl ileridedir. Ancak buraların insanı vatanına, devletine bağlı olup kırıp dökmedikleri için seslerini duyan yoktur.

AK Parti, yenilenirken inşallah bu defa Adana yönetimindeki isim tercihlerinde daha isabetli tercihler yapar.

*Adana insanının siyaset konusundaki tutuculuğunu, hizmete değil de körü körüne ideolojiye verdiği desteği de unutmuş değilim. Onu da inşallah ayrı bir yazı konusu yapacağım.

Desinler Diye Yaşamak ya da El Âlem Ne Der!

"Günümüz insanının en büyük problemi, derdi, sıkıntısı nedir?" diye sorsanız cevabım nettir: Samimiyetsizlik...

Yaptığımız işleri "mış gibi" yapıyoruz, insanlarla ilişkilerimiz çıkar üzerine kurulu, güzelliğimiz suni, boyumuz abartılmış, kaşımız alınmış, kirpiklerimiz sahte, konuşmalarımız yapmacık...

Kısacası biz, biz değiliz!..

Güneş gibi ol şefkatte, merhamette,
Gece gibi ol ayıpları örtmekte,
Akarsu gibi ol keremde, cömertlikte,
Ölü gibi ol öfkede, asabiyette,
Toprak gibi ol tevazuda, mahviyette.
Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol!..

diyor ya Mevlana Celaleddin Rumi!.. Ne olduğumuz gibi görünebiliyoruz el âlem ne der diye, ne de göründüğümüz gibi olabiliyoruz!.. Almış başını gidiyor ikiyüzlülük ve samimiyetsizlik... İçimiz fitne ve fücur kaynıyor, kimse hakkında en ufak bir hüsniyet taşımıyoruz, art niyetliyiz kendimiz dışındakilere karşı... Ama gelin görün ki herkes bizi iyi bilsin, iyi tanısın; övsün, yüceltsin istiyoruz. Yapmacık bir nezaket, yalancı bir gülümseme, sahte bir samimiyet gelip oturmuş kişiliğimizin başköşesine!.. İçimiz başka, dışımız başka; yaşayamadan yaşlanıp gidiyoruz.

Cengiz Numanoğlu, "Desinler Diye" şiirinde gününüz insanının çirkin yüzünü çok güzel resmetmiş.

Şu insan denilen, iki cinsiyet;
Bazen, şeytan ile kurar ünsiyet.
Namus, şeref, hayâ, edep, haysiyet,
Ne bulursa harcar... Desinler diye...

Kimi var, modanın dümen suyunda,
Teşhir hastalığı vardır huyunda.
Kimlik arar durur, etek boyunda;
Ne modern bir kadın... Desinler diye...

Kimi, iflâs etmiş, ahlâktan yana,
Politik virüsler, karışmış kana,
İhanet vız gelir, hatta vatana;
Siyaset cambazı... Desinler diye...

Hâli pürmelalimizi anlamak için bu şiirin tamamını okumanızı özellikle tavsiye ederim. "Desinler..." diye yaşarken kendimiz olmaktan çıktık ya da kendimiz olamadık bir türlü...

Yine ismet Özel,

“Ne derler acaba, diye kahrolası bir put vardır!" der.

“El âlem ne der kaygısıyla boğuşmaktan, Allah ne der kaygısına daha erişemedik.” bir türlü... Kulları memnun edeceğiz, kulların hoşuna gidecek şekilde yaşayacağız diye Allah'ın memnuniyetini ve hoşuna gidecek şekilde yaşamayı aklımıza bile getirmez olduk.

Kendimizi hatasız, günahsız göstermek için hatalarımızı, günahlarımızı yok sayma veya doğru gösterme derdine düştük. Kendimizle yüzleşip kendimizi düzeltme derdinde olmadık. Özür dilemenin, hatadan dönmenin bir erdem olduğunu unuttuk...

Duruşumuzu kaybettik, kimliğimizi yitirdik, kişiliğimizi inşa edemedik...

Yakında ilan edeceğiz dünya âleme:

Kimliğimizi, kişiliğimizi, onurumuzu, duruşumuzu, insanlığımızı yitirdik; hükümsüzdür!..

Hiçlik Makamı

Nasreddin Hoca’ya “Kimsin?” diye sormuşlar. “Hiç!..” demiş Hoca, “Hiç kimseyim.” Dudak bükülüp önemsenmediğini görünce, sormuş Hoca: “Sen kimsin?” Adam kabara kabara, “Mutasarrıfım...” demiş. “Sonra ne olacaksın?” diye sormuş Nasreddin Hoca. “Herhalde vali olurum.” diye cevaplamış adam... “Daha sonra?” diye üstelemiş Hoca. “Vezir...” demiş adam.
“Daha daha sonra ne olacaksın?” denilince “Bir ihtimal sadrazam olabilirim.” demiş. “Peki, ondan sonra?” diye devam etmiş Hoca... Artık makam kalmadığı için adam boynunu büküp “Hiiiç!..” demiş. “Daha niye kabarıyorsun be adam!.." demiş Hoca... Ben şimdiden, senin yıllar sonra gelebileceğin makamdayım... Hiçlik makamında!.." demiş.

Günümüzde öyle bir duruma geldik ki üç kuruş para kazanan, "Küçük dağları ben yarattım." edasıyla geziyor. Küçük bir makama gelen; herkesi kölesi, kendisini ise tüm insanların sahibi sanıyor. Makamı, koltuğu görünce kişiliğini, insanlığını bir kenara koyup küçük bir Nemrut olup çıkıyor. Allah, HİÇ olacağının farkına varamayıp olanlardan eylemesin. Bir cuma günü, hutbede hatibin kendisinden Hâkimü’l- Harameyni’ş- Şerîfeyn (iki şerefli belde olan Mekke ve Medîne’nin hâkimi) diye bahsetmesi üzerine der­hâl hatîbe müdâhale ederek ağlayan kanlı gözlerle "Yok yok! Bilâkis hâdimü’l- Harameyni’ş- Şerîfeyn (iki şerefli belde olan Mekke ve Medîne’nin hizmetçisi!) diye cevap veren Yavuz Sultan selim gibi makamı, mevkii, şan ve şöhreti gönlüne koymayıp gururu, kibri ayaklar altına alabilenlerden eylesin.

İşadamı, küçük bir kıyı kasabasına uğrar. Küçük bir teknenin içinde oturan bir balıkçı dikkatini çeker ve sorar: “Merhaba, bu balıkları yakalamak ne kadar zamanını aldı?" Balıkçı, tümünü bir iki saate yakaladığını söyler. İşadamı bu kez, niçin daha uzun süre kalıp daha fazla balık yakalamadığını sorar. Balıkçı, ailesinin geçimi için bu kadarının yettiğini söyler. İşadamı merakla balıkçıya kalan zamanını nasıl geçirdiğini sorar. “Geç vakit yatarım, sabah birazcık balık yakalarım. Sonra çocuklarımla oynarım, öğlende karımla biraz öğle uykusu uyurum. Akşamları, arkadaşlarla eğleniriz." der. İşadamı, “Balık tutmak için daha çok zaman ayırmalı ve daha büyük bir tekne ile çalışmalısın. Bu tekneden elde edeceğin gelirle daha büyük tekneler alırsın. Kısa sürede bir balıkçı filosuna sahip olursun. Böylelikle, yakaladığın balığı aracılara değil doğrudan doğruya işleme tesislerine satarsın. Hatta kendi balık fabrikanı bile kurabilirsin. Balıkçılık sektöründe bir numara olursun.” der.

“Tabii bunları yapman için öncelikle bu küçük balıkçı kasabasını terk edip daha büyük bir şehre yerleşirsin.” diye de ekler. Balıkçı düşünceli vaziyette sorar:
“Peki, bu anlattıklarınız ne kadar zaman alır?”

İşadamı, “15-20 yıl kadar...” der. “Peki, bundan sonra?” diye sorar balıkçı.

İşadamı güler, “Kısa zamanda zengin olup milyonlar kazanırsın!” der.

“Eee… Sonra?” deyince, “Ondan sonra emekli olursun. Geç vakitlerde yatabileceğin küçük bir balıkçı kasabasına yerleşirsin, istersen zevk için biraz balık tutarsın, çocuklarınla oynayacak, karınla öğle uykusu uyuyacak zamanın olur, akşamları da arkadaşlarınla eğlenirsin. Nasıl, mükemmel değil mi?” diye sorar heyecanla...

“Zaten ben karımla ve çocuğumla böyle bir hayat yasıyorum, neden böyle bir hayat için yirmi sene bekleyeyim.” der balıkçı...

Daha fazla para kazanıp daha lüks bir hayat sürmek için hayatı ıskalayan, ömrünü yanında götüremeyeceği mal mülk için heba edenlerden eylemesin Rabbim!..

"Mal sahibi, mülk sahibi/Hani bunun ilk sahibi?
Mal da yalan, mülk de yalan/Var biraz da sen oyalan!.." dememiş miydi yunus Emre?

Tanzimat'tan Günümüze Batı/l/cı Hainler

Bu ülkeye, millete hatta Ümmet-i Muhammed'e tarih boyunca asıl zararı dış vermemiş. Dışarıdaki düşmanların bize verebildiği zarar hep sınırlı olmuş. Düşman dışarıdan geliyorsa biz bir şekilde birlik olup o düşmanlara haddini bildirmişiz. Birlik olunca dirlik olmuş, dirlik olunca kendi içimizde mücadele edip enerjimizi heba etmektense yeni fetihler, yeni hayaller, yeni rüyalar peşinde koşmuşuz.

Ama gelin görün ki düşman içeriden olunca ortada ne birlik kalmış ne dirlik. Bırakın fetihler peşinde koşmayı, işgale açmışız fethedilen yurtlarımızı, yuvalarımızı... Hırsız içeriden olunca kapı kilit tutmaz, demişler ya... Bizim de düşmanlar/hainler içeriden olunca ülkemizi, milletimizi, Ümmet-i Muhammed'i düşmanlarımıza karşı yeterince koruyup kollayamamışız.

Osmanlı Devleti'ne geri kaldığını, Batı'yı yakalamak için reformlar yapılması gerektiğini empoze edip Tanzimat ve Islahat Fermanları'nı imzalatan ve sonra da devleti yıkana kadar içeriden Batı/l değerlerinin reklamını yapıp yaymak için çalışanlar şimdi içimizdeki hainlerin dedeleridir.

Devletin, resmî olarak geri kalmış olduğunu kabul edip Batı'nın ilmini, bilimini, teknolojisini alması için Batı'ya yolladığı kişiler, ekseriyetle gittiği yerin ilmini, bilimini, teknolojisini değil; Batı'nın değerlerini, inançsızlığını, yaşam tarzını bize getirmek için uğraşmışlar.

Devletin imkânlarıyla Avrupa'ya yollananlar, bir süre sonra "özgürlük, eşitlik, adalet" gibi kulağa hoş gelen kavramları kullanarak padişaha, devlete, milletin değerlerine ve inançlarına karşı bir savaşa girişmişler. Edebiyatı, sanatı, gazeteyi Batı/l fikirlerini millete empoze etmek için bir araç olarak kullanmışlar. Büyük edebiyatçı olarak geçinenlerinin bazıları, karısını tüllere sarıp evinde topladığı erkek misafirlere gösterip güzelliğiyle övünecek kadar çağdaşlaşmış(!) ve Osmanlı Devleti'nin geri kalmışlığına çareler üretmede büyük katkılar(!) sunmuş.

Şimdi de o zihniyetin temsilcileri dedelerinin yaptığı gibi ülkeye, millete katkılar sunmak, devletin ve milletin problemlerini çözmek için büyük gayret gösteriyorlar(!)

Biri çıkıp bilmem kaç milyon Ermeni'yi katlettik diyerek ödülü kapıyor, diğeri ülkesine ihanet edip Alaman köpeği oluyor, bir diğeri bîseksüel olduğunu ama bunu açıklayamadığını söyleyerek Batı/l/dan yağlı kemik beklentisini açığa vuruyor.

Milletin terakkiye mani olan(!) inançlarıyla mücadele ediyorlar. Milleti inançlarından koparmak, Batı/l/laştırmak için son sürat çalışıyorlar.

Devletimiz, milletimiz ne zaman ayağa kalkıp koşmaya hazırlansa içimizdeki hainlerin taktığı çelmeyle sendeliyor ve ertelemek zorunda kalıyor koşusunu.

Bazen PKK'yı, bazen DAEŞ'i, bazen DHKP/C'yi, bazen FETÖ'yü kendilerine kalkan yapıp birliğimize, dirliğimize saldırıyorlar. Bunu yaparken de Tanzimat Dönemi'nde olduğu gibi "özgürlük, eşitlik, adalet" gibi kavramları suyunu çıkarana kadar kullanıyorlar.

Tarih tekerrür ediyor gibi... Ama bu sefer tarih onların istediği gibi tekerrür etmeyecek, silkinip kendimize gelip önce içimizdeki hainlerden daha sonra ise dışarıdaki düşmanlardan kurtulup millet olarak yeniden şahlanacağız, yeni fetihlere yelken açacağız.

Ey hainler, kendinizi yormayın; bizler yeni hayallerin, yeni rüyaların peşinde koşmaya hayallerimize bir bir ulaşmaya, rüyalarımızı gerçeğe dönüştürmeye devam edeceğiz…A

Tayyibefobi ve Muhaliflerinin Acizliği

Recep Tayyip Erdoğan takıntısı; dışarıdaki düşmanları, içerideki hainleri ve bizdeki ana muhalefeti o hâle getirdi ki akıl sağlığını, mantık duruluğunu, psikoloji saflığını yitirdi hepsinde. Reis, zor durumda kalsın ve iktidardan uzaklaşsın diye öyle saçmalıyorlar ki dışarıdan ne kadar aptal, yaptıklarının da ne kadar aptalca göründüğünden bîhaberler.

"Recep Tayyip Erdoğan paranoyası" muhalif geçinenlerin akıl ve ruh sağlığını çok fena bozmuş, ekseriyetini âdeta insanlıktan çıkarmış. Bu muhaliflerin çoğunun hiçbir ortak yönü yok; tek ortak yönleri Recep Tayyip Erdoğan nefreti… Ama bu ortak yönleri, bu kadar farklı dünyaların insanlarını bir araya getiriyor.

Kızıl komünisti, dindar olduğu için; Kemalist’i, M. Kemal düşmanı gördüğü için; laikçisi; dinî değerlere saygılı ve dindar olduğu için; ırkçısı, kendileri gibi kafatasçı olmadığı için; paralelcisi, Türk milletinden himmet toplayıp Amerika ve İsrail’e hizmet etmelerine ve ülkemize ihanetlerine göz yummadığı için; HDP ve PKK’ler ise Kürt vatandaşlarımızın kendilerine köle olmalarına, doğu illerinin arka bahçeleri olmasına mani olduğu için nefret ediyor Cumhurbaşkanı’mızdan!..

Bir muhalefet partisi düşünün ki ortaya koyabildiği hiçbir icraat yok ama sürekli hükûmeti, devleti ve Recep Tayyip Erdoğan'ı kötülüyor. Genel başkanının söylemi, "Bana bir yıl verin, size ülke nasıl yönetilir göstereyim." demekten öteye geçmiyor.

15 Temmuz darbe girişimi ile ilgili hiçbir zaman FETÖ'ye laf edemeyip sürekli bu darbe girişiminin hükûmetin bilgisi dâhilinde olduğunu söyleyen ve "kontrollü darbe" diyerek dolaylı yoldan FETÖ'yü destekleyen ana muhalefet... Söylemin sahipleri, FETÖ medyası ve avaneleri; taşeronluğunu ise CHP yapıyor.

Reis'e nereden vurdularsa Reis'in attığı adım onların söylemini boşa çıkarıyor. İyice çıldırıyorlar. Bir türlü herhangi bir kalıba sokamadılar Reis'i. Attıkları hiçbir çamur tutmayıp ellerinin çamurlanmasıyla ortada kaldıkça akıl sağlıklarını yitiriyorlar. Saçma sapan, insafsız, izansız, mantıksız suçlamalarla gittikçe küçülüyorlar.

"Yahudi kuruluşundan ödül aldı, İsrail'in dostu, Filistin'i sattı." diye yaygara kopardılar. Davos'ta Reis, Siyonistlere bir "One minute!.." dedi, hepsi İsrail tarafına geçip ülkemizi, devletimizi, Ümmet-i Muhammed'i anında sattı.

"Tayyip Erdoğan Fetullahçıları kadrolaştırıyor." dediler. Reis, FETÖ'yü 1960'tan beri yuvalandıkları devlet kurumlarından temizlerken hepsi FETÖCÜ oldu.

"Tayyip Erdoğan'ı Amerika getirdi." dediler. Reis, Amerika'nın vize kısıtlamasına karşı tarihinde görmediği sertlikte aynı karşılığı verince solculuklarından utanmadan hepsi bir anda Amerikancı oldu.

Tüm muhalefetlerini Recep Tayyip Erdoğan nefreti üzerinden yapanlar, bunun dışında hiçbir proje üretemeyip bu millete hiçbir şey vaat etmeyenler; kendilerine dışarıdan bir bakabilseler ne kadar komik ve zavallı olduklarını görecekler ama onu düşünebilecek kadar da olsa akıl sağlıkları yerinde değil.

AK Parti ve Reis, elbette bir gün o koltukta olmayacak ama alternatifi de hiçbir zaman iftira, yalan ve hakaretten başka bir şey üretemeyen bu çapsız muhalefet olmayacak. Millet, bu iktidara yol verse bile bu muhalefete hiçbir zaman iktidar yolunu açmayacak…