5 Eylül 2015 Cumartesi

Bir Kahramanlık Destanı: MAVİ MARMARA

Bazı insanlar vardır ki yaşarken ölmüşlerdir… Varlıklarının ne kendilerine ne âleme faydası vardır. Yaşadıklarının emaresi, sadece nefes alıp vermeleridir. Yani yaşayan ölülerdir… Ne uğruna ölümü göze alabilecekleri bir idealleri, inançları vardır ne de böyle bir cesaretleri… Korkaktırlar, bencildirler, menfaatçidirler, vazgeçemeyecekleri doğruları yoktur. Kahramanlığa soyunamazlar hiçbir zaman… Kahramanlık gerektiren her şeyden vazgeçmeye hazırdırlar ve vazgeçmeyenleri de aptallıkla suçlayan aptallardır bu tipler… Bazı insanlar vardır ki bazı şeylerin kaygısını çekerler. Hakikatin tarafındadırlar… Saflarını doğru belirlerler genelde. Korkak, bencil ve menfaatperest değillerdir; doğruları dile getirecek kadar cesarete sahiptirler ama kahramanlığa soyunacak kadar da cesur değillerdir. Daha çok kahramanların arkasından gitme, onlardan taraf olma eğilimindedirler. Kahraman olamasalar da kahraman olanlara destek olurlar. Kendileri tarih yap/a/masalar da tarih yaz/a/masalar da tarih yapanların, tarih yazanların safında yer alırlar. ‘’Hiçbir amelime güvenmiyorum, lakin Allahü tealanın düşmanlarına, düşmanlığım var.’’ var diyen Abdulhakim Arvasi felsefesine sahiptirler.
Bazı insanlar da vardır ki hem yaşarlar hem yaşatırlar… Kendileri için yaşamaz bu insanlar, birilerini yaşatmak için yaşarlar… Varlıkları ile çevrelerine güven verirler. Nerede dert varsa derman olmak için oraya koştururlar. Başkalarının dertleriyle dertlenirken kendi dertlerini unuturlar. Kahraman olmak için yaratılmışlardır âdeta ama yaptıkları hiçbir şeyi kahraman olmak için yapmazlar. Tek gayeleri vardır: HAKKIN RIZASINI KAZANMAK… Tarihi bu insanlar yapar. Bu insanlar, yaşarken insanlığa hizmet ettikleri gibi öldükten sonra da hizmet etmeye devam ederler. Hatta ve hatta yaşarken yaptıkları hizmetlerin kat be kat fazlasını ölümleriyle yaparlar. Yaşarken belki onları tanıyan, bilen, onların farkında olan ya hiç yoktur ya da çok azdır ama ölümleriyle tanınırlar, bilinirler, anlaşılırlar.
İşte MAVİ MARMARA ŞEHİTLERİ, bu üçüncü gruptaki insanların taa kendileridir.  Sadece şehitleri mi? Mavi Marmara’yı organize edenler, o gemide bulunanlar, bulunmak isteyip de kendine o gemide yer bulamayanlar… Hepsi, birer kahramandır. Hepsi, takdire şayandır. Hepsi, ümmet-i Muhammed’in yüz akıdır.
Cevdet Kılıçlar, Necdet Yıldırım, İbrahim Bilgen, Furkan Doğan, Fahri Yaldız, Çetin Topçuoğlu, Cengiz Songür, Cengiz Akyüz, Ali Haydar Bengi ve Süleyman Uğur Söylemez… Mavi Marmara’da şehadet şerbetini içerek hakka yürüyen bu yiğitlerin hepsi ayrı bir kahramandır. Filistin’deki, Gazze’deki din kardeşlerimizi yaşatmak için kendi canlarını seve seve ortaya koymuşlardır. Şehadete yürümekte bir an bile tereddüt etmemişlerdir. Yaşasalardı belki 50, 60, 70 yaşına kadar yaşayıp bu dünyadan sessiz sedasız çekip gidecekler; kimse onları tanımayacak ve sıradan birer insan olarak terk-i dünya edeceklerdi. Ama şimdi öyle mi? İsimlerini gönüllerimize öyle bir nakşettiler ki ölümleriyle başladı hayatları ve nesilden nesile her geçen gün isimleri büyüyerek yaşayacak. Şimdi onların yerinde olabilmeyi arzulayan, onlara gıptayla bakan milyonlar var.
Şehadet şerbetini içen bu yiğitlerin hepsinin ayrı bir hikâyesi var:

*1972 doğumlu, arkasında kendisiyle daima gurur duyacak bir eş, bir kız ve bir erkek çocuk bırakmış, filoya binerken doldurduğu iletişim formunda ‘’yardım edebileceğiniz alanlar’’ yazan bölüme, “Ne iş olsa yaparım.” diye yazacak kadar kibirden uzak  CEVDET KILIÇLAR’ın hikâyesini mi anlatalım?..

*1978 doğumlu, sabrı, merhameti ve güler yüzüyle çevresinin takdirini kazanmış; geride iki yaşında bir kız evladı bırakmış NECDET YILDIRIM’ın hikâyesini mi anlatalım yoksa?..
*1949 doğumlu, filoya Siirt’ten katılan, fakir evlerinin elektrik tesisatlarında yardım için ilk kapısı çalınanlardan olan ve ücret tekliflerini “Hayır duanız yeter.” diyerek kabul etmeyen ve vardıklarında Gazze’deki fakirlere tesisat işlerinde yardımcı olmayı amaçlayan İBRAHİM BİLGEN’in hayatını mı anlatsak ki?..

*Sokaklarda kız peşinde koşan, saçma sapan müziklerle coşan akranlarından farklı olarak şehadet özlemiyle yanıp tutuşan, Mavi Marmara gemisine İsrail askerlerinin saldırısı sırasındaki ateş seslerini duyunca önündeki kâğıda, “Şahadet şerbetine son saatler. Var mı daha güzel şey? Varsa o da sadece annemdir.” yazacak kadar şehadet sevdalısı, henüz lise son sınıf öğrencisi olan, 1991 doğumlu FURKAN DOĞAN’ın hikâyesine hangimiz gıptayla bakmayız ki?..

*Küçük yaşta babasını kaybedince dört erkek kardeşine babalık yapmak zorunda kalmış, annesinin ve kardeşlerinin geçimini sağlamak için küçük yaşlardan itibaren çalışmak zorunda kalmış 1967 Adıyaman-Besni doğumlu FAHRİ YALDIZ… Adıyaman Belediyesi’nde itfaiye personeli olarak çalışırken ufak çaplı kadayıf ve yufka imalathanesi işletmekteydi. İmalathanesinden elde ettiği gelirin bir kısmını hayır işleri için kullanırdı. İHH’nin organize ettiği “Rotamız Filistin, Yükümüz İnsani Yardım” kampanyasına destek olmak için bir kermes düzenlemiş ve hayırsever vatandaşların yardımlarını toplayarak filoya katılmıştı. Adıyaman’dan Antalya’ya uğurlanırken otobüse binmeden önce annesinden kendisine sıkıca sarılmasını istemiş ve “Hakkını helal et!” diyerek ayrılmıştı. Bu hikâye yetmez mi dünyayı elimizin tersiyle itmeye?

*Filoya eşi ile Adana’dan katılan, dostlarıyla vedalaşırken “Tekvandoda dünya şampiyonu olduk, şimdi sıra ahiret şampiyonluğunda inşallah.” diyen, filoya neden katılmak istediği sorusuna, “Topal karınca misali safımızın belli olması için...” diye cevap veren, 1956 Adana doğumlu, tekvandoda dünya şampiyonlukları bulunan; kendisi gibi tekvandoda Avrupa ve dünya şampiyonlukları bulunan eşi ÇİĞDEM TOPÇUOĞLU’nun kollarında şehadete kavuşan  ÇETİN TOPÇUOĞLU ’nun hikâyesi hepimizi imrendirmez mi?..

* Altısı kız, biri erkek yedi çocuklu 47 yaşındaki  CENGİZ SONGÜR… Ailesine Gazze’ye insani yardım götürmek için yola çıkacağını söylediğinde altı kızından biri bir mektup sıkıştırmıştı cebine: “Sana yazacağım yüzlerce cümle var ama kelimelerim düğümleniyor.” diye başlayıp “Korkuyorum baba. Kardeşlerimin gözlerindeki hüznü, annemin yüzündeki endişeyi gördükçe korkuyorum. Ama seni sonunda kaybetmek de olsa git baba… Bir yetimin gülümsemesi için, bir annenin duası için git baba… Geriye bir tek adın da dönse git… Senin kızın olmak çok ama çok güzel baba…” diye devam eden kızının gözyaşlarıyla ıslatmış olduğu mektubunu gemide fark etmişti Cengiz ağabey… Kim bu hikâyedeki baba ya da bu babanın yedi evladından biri olmak istemez ki?..

*Bu konvoya neden katıldınız sorusunu “Allah için!..” diye cevaplayarak hayat felsefesini özetlemişti 1969 Mardin doğumlu CENGİZ AKYÜZ… Şehadet türkülerini çok seven Cengiz ağabey, Gazze için yola çıkmadan önce “Artık benim için de bir şehadet türküsü yazarsınız.” diye takılmıştı arkadaşlarına ve onlarla öyle vedalaşmıştı. Gemiye binmeden önce hanımına, “Çocuklara iyi bak, okumaya önem versinler ve namazlarını mutlaka kılsınlar!” diye tembihlemişti son defa... Kim böyle bir babanın evlatları, bu hikâyenin bir kahramanı olmak istemez ki?..

* Güzel ahlakı ve yaşantısıyla herkes tarafından sevilen, Diyarbakır’ın kanaat önderlerinden olan; üçü kız, biri erkek olmak üzere dört çocuk babası, 1971 Diyarbakır doğumlu ALİ Haydar Bengi… Başkanı olduğu Aydınlık Yarınlar İçin Hak ve Özgürlükler, Eğitim, Kültür ve Yardımlaşma Derneği (AYDER) çatısı altında son yıllardaki ilmi çalışmalarında ve verdiği derslerinde, dinin doğru anlaşılması, Müslümanlar arasında birliğin sağlanması ve Kudüs’ün özgürleştirilmesi konularına önem vermişti. Müslümanlar arasında birliğin sağlanması için şimdi senin gibilere ne çok ihtiyacımız var ey şehidimiz… Senin yerinde olmak, senin hikâyenin bir benzeriyle anılmak bize de nasip olur mu ki?..

*Başından vurularak ağır yaralanan, İsrail’den özel uçakla Türkiye’ye getirilip dört yıl komada yatan ve 2014 mayısının son günlerinde, şehadete kavuşan 1963 doğumlu Uğur Süleyman Söylemez’in hikâyesi unutulabilir mi?..

Bu güzel insanlar ki şehadetleriyle yolumuzu aydınlatmaktadırlar. Biz ki onlar gibi tarih yapanlardan olamasak da inşallah en azından onların yapmış olduğu tarihi yazarız. Onlar gibi kahraman olamasak da onlar gibi şehadete koşa koşa gidecek cesarete sahip olamasak da o güzel insanları evlatlarımıza anlatıp evlatlarımızın örnek almalarını sağlarız.

Mavi Marmara: Bir kahramanlık destanıdır…
Mavi Marmara: Ümmetin uyanış muştusudur…
Mavi Marmara: İsrail’in ve Siyonizm’in Kâbusudur…
Mavi Marmara: Ümmet-i Muhammed’in iftihar tablosudur…
Mavi Marmara: Ölümü güzelleştiren yiğitler kervanıdır…
Mavi Marmara: O gemiye bin/e/memiş Müslümanların içindeki yaradır…
Mavi Marmara: Şehadete susamış ‘’Hakikat Erleri’’nin şehadet yolculuğudur…
Mavi Marmara: İnanmış bir avuç insanın dünyaya bedel olduğunun canlı şahididir…

Rabbim; cümlemize Hak ve hakikatin yılmaz savunucuları olmayı, savrulmadan sırat-ı müstakim üzere bir hayat yaşamayı nasip etsin.
Uğruna şehitler verdiğimiz Gazze’nin ve Filistin’in tam özgürlüğe kavuştuğu, Siyonist İsrail’in de haritadan silindiği günlere şahit olmayı tez zamanda biz Müslümanlara nasip eylesin.

Selam ve dua ile…

Sizin Hiç Böyle Bir Öğretmeniniz Oldu mu?


Kuş uçmaz, kervan geçmez derler ya gerçekten öyle bir köydü benim doğup büyüdüğü
m, çocukluğumu geçirdiğim köy… Toprağı çorak, şehir merkezine ırak, yolları toprak… Ama insanları çalışkandır, bilmezler dur durak… İlkbahar gelince bir ellerinde kazma, bir ellerinde kürek; bostan kazıp tohum ekerler her şartta şükrederek…
Sonbaharda ekin ekerler, temmuz ayında biçerler… Ekin biçerken tarlada taze fasulye, bulgur pilavı yiyip ayranı bol içerler. Okuyup yazanı, âlim olanı azdır ama insanı gözünden seçerler… Zengince olanları yazın köye gelip kışın Kozan veya Adana’ya göçerler…
Ama sürekli olmasa da yılda üç beş ay yaşanacak yerdir burası… Suları soğuktur, tertemizdir havası… Köyün içi meşe; yüksekleri katran ve çam ormanı… O çamların rüzgâr estikçe gelen kokusu bile mest etmeye yeter insanı… İki tepe arasında güneşin konumuna göre tayin ederlerdi daha düne kadar zamanı… Keçi, koyun, inek, öküz ve eşektir beslenen hayvanı… Onları da mart ayında sürerler dağa ki fazla yemesin samanı…
Bu köy, Adana’nın ismi, cismi pek bilinmeyen köyden birazcık büyük 5.000 nüfuslu bir ilçesi olan Feke’ye bağlı Gaffaruşağı… İsmini ‘’Gaffarlar’’ olarak bilinen bir sülaleden almış; temizdir, cana yakındır, misafirperverdir uşağı…  Adana’dan ziyade Kayseri’ye özellikle de Yahyalı ilçesine çok yakın… Erkekleri çalışmak için madene gider akın akın… İnsanına güven; arkadaş ol, dost ol ama düşmanlığından sakın…
İşte bu köyde 1985’in kasımına kadar okul yoktu. 6-7 yaşındaki çocuklar, 10-15 km’lik yol yürüyerek en yakın köy olan Ormancık’a gidiyorlardı yarı aç yarı tok. 1985’in eylülünde ben de ilkokul birinci sınıfa başladım ve iki ay da ben bu yolları arşınladım. Neyse ki ben şanslıydım. O zaman ihtiyar heyetinde olan babamın büyük çabalarıyla başlayan okul inşaatı kasımın başlarında bitti ve okul hizmete girdi. Okul dediysek şimdiki okullar gibi çok sınıflı, laboratuvarlı; hademesi, kantini, sahası olan bir okul anlamayın sakın ha! Birinci sınıftan beşinci sınıfa kadar bütün öğrencilerin bir arada okuduğu tek bir sınıfı, hepsini aynı anda okutan tek öğretmeni var; ama biz buna çoktan razıydık, bir okulumuz ve öğretmenimiz var, ne isterdik daha…
Bu kadar uzun süre okulsuz kalıp o kadar yol yürüyen öğrencilere Allah, göstermişti bir rahmet… Öyle bir öğretmen gelmişti ki köye, ismi Ahmet… Köy, köylü, öğrenciler için kalmamıştı çekmediği zahmet… Sadece öğrencileri değil, tüm köylü hem onu hem ailesini çok sevmiş; kendileri için bilmişlerdi gerçekten nimet…
Köyde arabası olan tek kişiydi. Öğretmenlik, belki de yaptığı en kolay işiydi. Hastası olanın şoförü, köylünün rehberi ve yol göstereni, elektrik teknisyeni, dertlilerin dinleyeni, sorunları çözeniydi…
Öyle güçlü bir bağ kurmuştu ki biz öğrencileriyle hem delicesine sever hem de kızacak diye ödümüz kopardı. Dikkat edin!.. Dövecek diye değil, kızacak diye korkardık… O sadece okumayı yazmayı değil, hayatı öğretmişti hepimize… Davranışlarıyla örnek olurdu, gerek bırakmazdı söze… Kendisi ve ailesi köyü, köylü onları öylesine benimsemişti ki tatillerde bile terk etmezlerdi okulu… Bırakın kimseyle küsmeyi, incitmemişlerdi sanırım bir kulu… Bir gün tayinin çıktığı söylentisi yayılmış, tüm köylü olayın aslı olmadığı ortaya çıkana kadar ayılıp bayılmıştı.
İlkokul bitince bile bırakmamıştı beni ve birkaç arkadaşı, mutlaka okumamız gerektiğini söyleyerek… Bir yatılı okula bizzat kaydettirmişti ailemizi ikna ederek…
Çocukları ilkokulu bitirince köyden ayrılmıştı mecburen… Ama ne unutmuştu ne unutulmuştu bir an… Ya kendileri köye gelirdi ya da köylüler ziyaretine giderdi zaman zaman…
Yıllar yılları kovaladı, o zamanın çocukları büyüdü, evlendi, çoluk çocuğa karıştı. Ahmet Çakmak öğretmenimizin de yaşı ilerledi. Bir gün duyduk ki hastalanmış. Kendinden çok öğrencilerini, toplumu, insanlığı düşünen bu güzel insan; hatırlayamaz, düşünemez olmuş, zihni düşmüş nisyana... Ama ne kendisi ne de ailesi düşmüş isyana… İnsanlığın yükü ağır gelmiş belli ki ama biz yakıştıramadık, konduramadık hastalığı bu fedakâr, bu güzel insana… En son düğünümüze geldiğinde görmüştüm. Hep düşünüp hiç görüşememiştim son yıllarda…
Salı gece yarısından sonra -21 Temmuz gecesi- duydum ki bu dünyanın yükünü de daha fazla kaldıramamış. Fani olan bu dünyadan baki olan âleme göç eylemiş. İçimde ne büyük fırtınalar koptu anlatamam. Sanki dünyam yıkıldı. Sanki benden büyük bir parçayı kopardılar. Ciğerimiz yandı, üzüldük, dünyamız yıkıldı ama teselliyi yine Kuran’da bulduk… ‘’Kullu nefsin zâikatul mevt…’’ yani ‘’Bütün nefsler ölümü tadıcıdır.’’ ve ‘’İnna lillah ve inna ileyhi raciun…’’ yani ’’Biz Allah’a âidiz ve vakti geldiğinde elbette onna döneceğiz.’’
Bir insanın değerini ne kadar bilirsek bilelim, ölümüyle yeterince kıymetini bilmediğimiz ortaya çıkıyor. Öğretmenliği bir meslek değil, yaşam tarzı kılan güzel insan!.. Yaptıklarınla, yaşamınla, fedakârlıklarınla halkın rızasını, sevgisini, saygısını kazanmıştın. İnşallah bunlar Hakk’ın rızasını kazanmana da vesile olmuştur. Biz senden razıydık, Rabbim de razı olmuştur inşallah... Seni iyi bilirdik hem de çok iyi bilirdik… Hakkımız -varsa- helaldir, ne olur sen de bizlere hakkını helal eyle… Mekânın cennettir inşallah…

İlkokul öğretmenim Ahmet Çakmak’a Allah’tan rahmet, ailesine ve sevenlerine sabır diliyorum… Lütfen bir Fatiha okuyalım…