17 Haziran 2017 Cumartesi

Eğitim Sistemindeki Çarpıklıklar ve Öğretmen

Eskiden öğretmenlik daha kolaydı. Bilgi merkezli bir eğitim... Öğretmen de bilgi aktarıcısı konumundaydı ve öğrenciye ne kadar bilgi aktarırsa o kadar iyi öğretmen olurdu. Günümüzde ise bilgi artık her yerde... Öğrenci, bilgiye ulaşmak için çoğu zaman öğretmene ihtiyaç duymuyor. Öğretmen, dolayısıyla bilgi aktarıcısı olmanın çok ötesine geçmek zorunda... Bilgiyi tasnif etmeli, işine yarayacak ve yaramayacak olanları öğrencinin de tasnif etmesini sağlamalı, öğrencinin ufkunu açmalı, öğrenciye rehber olabilmeli... Her şeyden önce kişiliğiyle, duruşuyla her zaman farklı ve saygın olabilmeli; öğrencisine rol model olmalı...

Buraya kadar tamam...

Bütün bunların neticesinde; öğretmenin dinamik olması, tecrübeyle donanması, sürekli kendini yenilemesi, yeni nesli iyi tanıyıp ona göre pozisyon alması, gençlerin psikolojisini ve hayata bakışını iyi analiz etmesi gerektiğini biliyoruz. Beklentilerin de bu yönde olduğunu ve beklenti karşılanmadıkça eleştirilerin artacağını da kabul ediyoruz. Ama kabul etmediğimiz/edemediğimiz nokta şurası: Öğretmene sunulan imkânlara, çalışma şartlarına, çalıştığı kişilere, onu yönetenlere; elindeki malzemenin (öğrencinin) kalitesine, seviyesine, hazır bulunmuşluk düzeyine bakmadan bunları bir öğretmenin tek başına yapmasını beklemek...

Öğretmen, bir kamu görevlisidir ve devletin ona sunduğu imkânlar nispetinde kendini yenileyebilir, yeni şartlara ayak uydurabilir, mesleği ile ilgili değişiklikleri takip edebilir. İmkânının elvermediği, maddi ve manevi olarak desteklenmediği zaman da yeniliklere ayak uyduramayıp çağın gerisinde kalabilir. Bu durumda doğrudan öğretmeni hedef almak, suçlamak, onu medyanın önüne atmak, eğitimle ilgili her sorunda tek sorumlu bilip itibarsızlaştırmak ne ülkeye ne eğitim camiasına ne de öğretmene bir katkı sağlar.

Öğretmenlere sürekli "Sen yetersizsin, seni sınava tabii tutacağım, seni her seferinde yeniden strese sokacağım, iş ve aş kaygısıyla tedirgin edeceğim." mesajı vermek, hem hakkaniyetsiz hem yersiz hem de faydasızdır. Bu yöntem, üzüm yemek değil de bağcıyı dövmek oluyor. Bunun yerine öğretmenleri teşvik etmek, onlara güven aşılamak, yavrularımızı teslim ettiğimiz gönül işçileri nazarıyla bakmak bağcıyı dövmek değil de üzüm yemek olur zannımca.

MEB yetkilileri, amaçlarının öğretmenin kalitesini artırmak, öğretmenlik mesleğine itibar kazandırmak, verimliliği artırmak olduğunu açıklıyorlar genellikle. Ancak gelin görün ki yapılan açıklamalar ve yapılan icraatlar, hem öğretmenler hem kamuoyu hem de öğrenciler/veliler tarafından hiç de öyle anlaşılmıyor.

Mesela mesleğinde çok başarılı, vizyon ve misyon sahibi bir öğretmenimiz, “Bir öğretmen olarak dört yılda bir yeterlik sınavına girmeyi kabul ediyorum. Ancak eğitim yönetici ve bürokratlarının da aynı sınava girmesini ve sınav sonuçlarının kamuoyu ile paylaşılmasını talep ediyorum.” demiş. Haksız mı sizce? Ya da bir doktor, mühendis, hâkim, savcı vb. belli aralıklarla yeterliliği ölçülerek mi mesleğini yapmaya devam ediyor? Sadece öğretmenler için mi yeterliliği ölçme ihtiyacı var? Her meslekte olduğu gibi öğretmelikte de mesleğinin hakkını vermeyenler, işini gereği gibi yapmayanlar tabii ki vardır. Ancak en fazla denetlenen, birden çok mercii tarafından -idareciler, öğrenciler, veliler, müfettişler, bakanlık- gözlem altında tutulan kişiler de öğretmenlerdir. Her meslekte belli aralıklarla yeterliliği ölçebiliyorsanız buyurun öğretmenler için de ölçün, ama tek başına öğretmenleri rencide etmeyin!..

"Toplumların uygarlık düzeyi, öğretmene verdiği değerle ölçülür." lütfen öğretmenlerimizi değersizleştirmeyelim!..

"Öğretmen bir kandile benzer, kendini tüketerek başkalarına ışık verir." demişler, kandili biz tüketip öğrencilerini aydınlatmasına mani olmayalım!..

Günah Keçisi Öğretmenler, Vurun Abalıya!..

Öğretmenlik, en zor mesleklerden biridir. Malzemeniz insan ve işiniz insana şekil vermek olduğu için işiniz hem çok zor hem de çok hassastır. Hata yapma lüksünüz çok yoktur, hata yaptığınızda bedelini hem siz hem yetiştirdiğiniz nesiller ağır şekilde ödeyebilmektedir. Vurdumduymaz olma, "bana ne" deme, bu defa olmadı diğerlerini daha iyi yaparım diye düşünme şansınız da pek yoktur. Hep iyi olmak, hep daha iyisini hedeflemek zorundasınız. "Hayat silgi kullanmadan resim yapma sanatıdır." demişler ya bunu öğretmene uyarlarsak "Öğretmenlik, silgi kullanmadan insana şekil verme sanatıdır." diyebiliriz.

Öğretmenseniz herkesin sizden farklı farklı beklentisi vardır. Öğrenci, veli, yönetici farklı bir şey bekler. Hem işinizi iyi yapmanız hem o insanları memnun etmeniz hem de hakkaniyetten ayrılmamanız gerekmektedir.

Hemen hemen herkesin ortak fikri şu: Öğretmenlik zor bir meslek, gerçekten özveri ve fedakârlık istiyor. Buna rağmen herkes öğretmenliği öğretmenden iyi bilir. Herkes, öğretmene işini öğretmeye kalkar; öğretmeni eleştirir, yargılar, suçlar, öğretmen hakkında hüküm verir. Kimse bir doktora, mühendise, avukata işini nasıl yapacağı konusunda akıl veremez ama öğretmene gelince herkes, işini nasıl yapması gerektiğini, nerelerde hata yaptığını, işini nasıl yaparsa daha iyi olacağını söyleme hakkı görür kendinde ve hiç çekinmeden üst perdeden akıl verip işini öğretmeye kalkabilir.

Son yıllarda özellikle sosyal medyada, TV'lerde, basın-yayın organlarında öğretmenlere saldırmak, öğretmeni aşağılamak, her şeyde öğretmeni suçlamak moda oldu ve birileri nezdinde de prim yapan bir durum hâline geldi.

Karne dönemi gelip yaz tatiline girileceği zaman öğretmenlere saldırı mevsimidir. Bu dönemde öğretmene saldırmak, öğretmeni suçlamak, aldığı maaşı başına kakmak, yaptığı iki aylık tatili burnundan fitil fitil getirmek modadır ve bu, hiç sekmez.
Çocuğunun kaçıncı sınıfta olduğunu bilmeyen, eğitimin temelinin ailede atıldığından habersiz çokbilmiş bir veli, başarısızlığın tek müsebbibi olarak öğretmeni suçlayabilir.
Anne ve babalık görevini layıkıyla yerine getirmemiş, okulların açılmasını çocuğunu başından atmak için dört gözle bekleyen anne ve baba, bütün olumsuzluklarda öğretmeni suçlamakta çok cevvaldir.
Bir başarısızlık olduğunda ya da öğrenci-veli-öğretmen üçgeninde bir sıkıntı yaşandığında doğrudan öğretmeni suçlayarak, öğretmeninin arkasında durmayıp böylece kendi sorumluluğundan da kurtulabilir mesela bir yönetici.
Anne, baba, öğrenci, yönetici, insan olamayanların tüm suçlusu öğretmenlerdir.
Ne zaman eğitim camiasındaki bir sıkıntıdan bahsedilse topun ağzındaki ilk kişi öğretmendir. Öğretmenler yetersizdir, eğitilmeye muhtaçtır, öğretmen sınava tabii tutulmalıdır. Herkes, öğretmene not vermelidir, öğretmeni değerlendirmelidir. Öğretmen ellerine düşmüştür ya bir kez, bir suçlu gibi sorgulanmalı, mümkün olduğunca kötülenmeli ve kendini kötü hissetmesi sağlanmalıdır.
Zayıf not alan öğrencinin ve velisinin, öğretmeniyle ters düşen bir yöneticinin öğretmen hakkında hakkaniyetli değerlendirme yapıp yapamayacağı ortada iken -yeterlilik konusu apayrı bir problem- öğretmeni değerlendirme olayı sürekli gündeme getirilip öğretmen için tehdit unsuru olarak kullanılır.

Sonra da bu öğretmenin öz güven sahibi olması, başarılı olması, sadece eğitimi düşünmesi beklenir.

Olur mu? Olmak zorunda, öğretmen değil mi yapsın, yapamıyorsa bıraksın!..

Vurun abalıya!..

*Bu konu, birkaç yazı daha kaldırır. Katkı yapmak isteyen eğitimciler, mesaj yazabilir. Cumartesi devam...

Kılıçdaroğlu’na Kızmak, Akılsızlık Göstergesidir

Katar krizi patlak verince CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, kendisinden ve partisinden beklendiği gibi aşağıdaki skandal açıklamaya imza attı:

"Dün bir olay yaşandı Suudi Arabistan dâhil 7 ülke Katar'ı teröre destek vermekle suçladılar ve vatandaşlarını kendi ülkelerinden çıkmaya davet ettiler... Bizim bu konuda hükümete önerilerimiz var. Katar, İhvan'a desteğini kesmeli yani Müslüman Kardeşler'e... Bu konuda İhvan'ı destekleyecek siyasetten AK Parti uzak durmalı... Aynı şekilde Rabia simgesinden de vazgeçmeli. Çünkü Mısır, Suudi Arabistan ve BAE Müslüman Kardeşler'i terör örgütü olarak görüyor. Ne yerli ne millî... Bir terör örgütünün 4 parmağını getirdiniz kendi simgeniz yaptınız... Türkiye, Suudi Arabistan ile Katar arasında taraf olmamalıdır."

Bu açıklamayı duyunca aklıma şu fıkra geldi:

Adam namaz sonunda dışarıda İmam’ı bekliyormuş. Nihayet imam, herkes çıkıp kapıyı kilitledikten sonra tam ayrılayım derken;
- Hele eğlen bakalım Hoca Efendi, sana birkaç sorum var.
- Buyur efendi, ne sormak istiyorsun?
Adam,
- Şimdi sana soracağım birçok şeyi ben de biliyorum da bir yere takıldım onu sormam lazım.
- Sor efendi ne soracaksan? diye meraklanmış imam.
- Efendi! Hani Hz. Nuh’un çocuğu olmuyordu, “Allah’ım bana bir kız çocuğu ver, onu sana kurban edeyim.” dedi ya... Hani Allah bir kız verdi, sekiz yaşına gelince kesmeye dağa götürdü, bıçağı çıkarıp kayaya çaldı, kaya yarıldı, tam kıza çalacakken birden ortaya Azrail çıktı elinde bir keçi ile... " Ey Nuh! Dur kesme!.. Bu keçiyi sana Tanrı gönderdi. Kızının yerine bunu kes…" dedi ya...
- Eeeeeeeeeeee!
- İşte buraya kadar hepsini biliyorum. Yanlışım varsa düzelt... Sadece keçi erkek miydi, dişi miydi onu bir türlü bilemedim. Onu soracaktım Hoca Efendi…
Hoca efendi kenarda duran çalı süpürgesini almış eline, bir yandan adama vuruyor, bir yandan söyleniyormuş:
“Bire gafil! Ben şimdi bunun neresini düzelteyim?
Bir… Nuh değil, İbrahim peygamber...
İki… Kız değil, oğlan...
Üç… Azrail değil Cebrail...
Dört... Keçi değil, koç...

Kılıçdaroğlu'nun açıklamasının neresini düzeltelim. Müslüman Kardeşler, kime ve neye göre terörist? İhvan teröristse Sisi demokrasi kahramanı!.. (Gerçi CHP'ye darbeci geleneğinden dolayı Mursi'ye göre çok daha yakın olduğu kesin onlar için gayet meşrudur, tıpkı Cemal Gürsel gibi...)

Rabia işareti, bir direnişin sembolü; nasıl oluyor da teröristlerin simgesi oluyor? Katar meselesini Araplar’ın meselesi görecek kadar sığlık, bir lidere yakışmaz ama CHP lideriyseniz yadırgamamak gerek!..

Bu açıklamalar CHP ve lideri için ilk değil, maalesef ki son da olmayacak...

Yine CHP Milletvekili Sezgin Tanrıkulu Avrupa'ya, Türkiye'ye karşı ekonomik yaptırım uygulanması ve yatırımların kesilmesi çağrısında bulunuyor ve Der Spiegel, bunu ''Erdoğan başka dilden anlamaz'' başlığıyla veriyor.

Vatanına, milletine, devletine ihanettir bu açıklama ve normal bir lider olsa CHP'nin başında, bu açıklamadan sonra o milletvekilini partisinde bir dakika tutmaz, dokunulmazlığını kaldırtır ve adalete teslim eder. Ama gel gör ki...

Normalde bu açıklamalar sonrası CHP'ye ve liderine(!) ateş püskürmemiz gerekiyor değil mi? Ancak bu, tamamen CHP'ye ve liderine haksızlık olur, ayrıca akılsızlık olur.

Neden mi? Çünkü lider olunmaz, lider doğulur!.. Doğuştan gelir liderlik kabiliyeti, daha sonra bu kabiliyet geliştirilir. Yani vermeyince Mabut, neylesin Sultan Mahmut!..

Ağaca tırmanamıyor diye balığa kızılır mı?

Zıplayamıyor diye file kızmak, akıl mantık işi mi?

Sokuyor diye yılana, akrebe sitem etmek hangi mantığa sığar?

Kediye tırmaladığı için nankör muamelesi yapmak doğru olur mu?

O hâlde fıtratında olduğu için bir şeyi yapana da fıtratında olmadığı için yap/a/mayana da kızmak ve onları eleştirmek akılsızlık değil de nedir?

Bilmem anlatabildim mi?

FETÖ Davaları: İki Ucu Pis Değnek

Türkiye'nin dört bir yanında bir taraftan FETÖ davaları devam ediyor, diğer taraftan ise FETÖ üyeleri yeni yeni yakalanıp mahkemelere çıkarılıyor.

En son ise Bülent Arınç'ın damadı tutuklanarak cezaevine gönderildi. Bunun gibi birçok FETÖ üyesi ise yeni ortaya çıkan deliller, itiraflar ve ihbarlar neticesinde yakalanıp mahkemeye çıkarılıyor. Çoğunluğu da tutuklanarak cezaevlerine yollanıyor.

Ancak bu davalarda yaşananlarla ilgili spekülasyonlar, algı yönetimleri ve bazen de haklı serzenişler olmuyor değil. Mahkemelerin aldığı veya almadığı kararlarla ilgili kamu vicdanını rahatsız eden durumlar ortaya çıkıyor.

En belirgin örnek, Kadir Topbaş'ın damadının tahliye edilmesi... Haklı olarak çok tartışıldı ve hâlâ kamu vicdanını rahatlatacak bir sonuca ulaşılmış değil. Bülent Arınç'ın damadının tutuklanması bile bu olayın gölgesinde kaldı ve insanlar "Nasıl olsa salıverilir." şeklinde bir düşünceye sahip.

FETÖ'nün ağababalarının, elebaşlarının yakalanamamış olması veya yakalanıp da nüfuz sahibi olanların salıveriliyor olması -en azından milletin algısı böyle- insanların kafasında soru işaretlerine sebep oluyor ve gittikçe güven ortamı kayboluyor sanki.

Tabii bunun yanında bir de darbeci FETÖ mensuplarının mahkemelerdeki laubali tavrı, insanların aklı ve sabrıyla dalga geçen savunmaları herkesi çileden çıkarıyor.

Olayın bir diğer boyutu ise insanların, suçlu olmadığını düşündüğü kişilerin tutuklanıyor olması... FETÖ'nün algı yönetimini çok iyi becermesi, insanları çok rahat aldatması ve çok iyi gizlenmesi insanları aldatıyor olabilir. Mahkemelerin önündeki deliller, bizim bildiğimizin çok ötesinde olabilir. Bu durumda millet, çok iyi bilgilendirilmeli ve insanların zihnindeki yanlış algı değiştirilmeli ve FETÖ mensuplarının mağduriyet rolü oynamasının önüne geçilmeli.

FETÖ davalarındaki bir diğer sıkıntılı nokta ise mahkemelere ve bölgelere göre değişen uygulamalar... Bir yerde, bir mahkeme kadınları, yaşlıları, sağlık sorunları olanları adli kontrol şartıyla serbest bırakırken başka bir mahkemenin her önüne geleni içeri tıkıyor ve aylarca sorgusuz sualsiz içeride tutuyor olması... Örneğin Erzurum'da 250-300 arası kişi FETÖ'den içerideyken Kars'ta binden fazla kişinin içeride olması... Buralardaki hâkimler, risk almadan her önüne geleni içeri mi tıkıyor yoksa bilinçli bir mağduriyet oluşturma çabası mı söz konusu? Bence araştırılmalı!..

Örneğin Kars'ta daha önce FETÖ yurtlarında çalışmış, ancak 2014'te ayrılmış bir hanım var. Telefonunda da ByLock yüklüymüş ve bir süre sonra 2014 yılı içinde darbe girişiminden çok önce kaldırmış ve hareketten de ayrılmış. Yakalama kararı çıkınca kadın, kendi gelip teslim olmuş, ne zaman ayrıldığını anlatmış, ByLock üzerinden sadece yurtla ilgili mesajlaşmalar yapmış. Ancak kadın aylardır tutuklu... Yeni evli, kocasının da onlarla hiç yolu kesişmemiş ve vatanına, milletine, devletine oldukça bağlı milliyetçi muhafazakâr bir adam ve adam, karısından emin olduğu için de devlete küsmüş. Kadın ayrıca aynı hapishanede olan ve FETÖ ile ilgili hiçbir bilgi paylaşmamış diğer kadınlarla kalıyor ve onların da tacizine uğruyor ayrıca. "Bak sen her şeyi anlattın da ne oldu? Sen de yatıyorsun biz de yatıyoruz." diyorlar her gün.

Kısacası, bu FETÖ davaları hızlanmalı ve özellikle kadınlar üzerinden mağduriyet algısı oluşturulmasının önüne geçilmeli...

Biliyoruz devletin, hâkim ve savcıların işi zor... Bu FETÖ davları iki ucu pis değnek...

Ancak devletin ve mahkemelerin görevi de vatandaşı koruyup haksızlığa uğramasını ve adalet duygusunun zedelenmesini önlemek!..