15 Ekim 2016 Cumartesi

Eğitim, Öğretmenlik, Çocuk ve Aile

Bir öğretmen olarak bugün eğitim konusundaki gözlemlerimi paylaşmak istiyorum sizlerle… Öğretmenlik, gerçekten zor bir meslek ve eğer ki eğitimci olarak belli bir idealiniz, toplumsal bazı kaygılarınız yoksa parası pulu için yapılacak bir meslek değil. Öğretmenlik, sadece dersinizi anlatıp işinizi sınıfta, okulda bırakabileceğiniz bir meslek değil. Ders anlatmak belki de işin en kolay kısmı...

Öğretmenseniz bir defa sabır konusunda çok iyi olmalısınız, sinirlerinizi aldırmalısınız. Kendinizi çok iyi ifade edebilmelisiniz. Haksızlıklara açık olmalı, gelebilecek suçlamalara karşı her an savunmaya hazır olmalısınız. Verdiğiniz ve vermediğiniz notları, çok iyi hesaplamalı; bunun hesabını önce öğrenciye, sonra aileye, yerine göre de idareye çok iyi verebilmelisiniz. Çünkü şimdiki ailelerin geneline göre notu öğrenci almıyor, öğretmen veriyor. Bu bakış açısına göre de ya ortaya şişirilmiş notlar çıkıyor ya da hakkaniyeti gözeten ve eğitimi ders notundan ibaret görmeyen öğretmen, “sorunlu öğretmen” oluyor.

Öğretmenseniz insan yönetiminde kusursuz olmalısınız; sınıfta veya okulda bir öğrenci, yaramazlık yapıyorsa bu öğretmen olarak sizin kusurunuzdur. Evde çocuk aşırılıklar yaptığı zaman anne ve baba çocuğa kızabilir, yerine göre anneden terlik, babadan tepik yiyebilir. Ama bu çocuğun yaramazlığındandır ve anne baba hep haklıdır. Ancak siz okulda aynı çocuğa sesinizi yükseltemezsiniz. Annesi çocuğu avutamamış, babası büyütememiş, çevresi çocuktan illallah etmiş, ancak siz o çocuğu okulda, sınıfta muma çevirmeli, hem çocuğu memnun etmeli hem başarılı kılmalısınız. Eğer ki olmuyorsa öğretmen olarak siz işinizi yapamıyorsunuzdur(!)

Eskiden sorunlar, okul-öğretmen-aile işbirliği ile çözülmeye çalışılırdı. Şimdi ise öğrencinin bir hatası, sıkıntısı olduğunda aileye aktaramazsınız, diyelim ki aktardınız, "Bu sorunu nasıl çözeriz." diyen değil de "Sorunu nasıl örteriz." ya da "Sorunu nasıl başkasının üzerine yıkarız." diye düşünen ve kendi çocuğuna toz kondurmayan aile tipleriyle karşılaşyorsunuz genellikle.

Herkesin çocuğu kral, kraliçe; herkesin çocuğu sütten çıkmış ak kaşık... Peki, bu kadar sorunlu çocuk kimin? Çocuklarımızın doktor, mühendis, avukat olmasını değil de insan olan bir doktor, bir mühendis, bir avukat olmasını istiyorsak çocuklarımızı iyi tanımalı, olumsuz özelliklerini törpüleye törpüleye, olumlu özelliklerini ön plana çıkara çıkara çocuklarımızı eğitmeliyiz. Çocuklarımızın başarılı olmasından önce insan olmasını istemeli, en azından başarısı için gösterdiğimiz çaba kadar insani özelliklerle donanması için çaba göstermeliyiz.

Eğitimde okul-aile-öğretmen koordinasyonu iyi sağlanmalı, aileler çocuklarını "Sütten çıkmış ak kaşık." olarak görmemelidir. Çocuklarıyla daha iyi iletişim hâlinde olmalı, bir sorun olduğunda öğretmeni, eğitim kurumunu suçlamamalı; öğrencideki sıkıntıları gidermeye çalışmalıdır. Aile, kendi sorumluluklarını öğretmene, eğitim kurumuna yıkarak istediği sonucu elde edemez.

Hiçbir öğretmen, anne ve babanın; hiçbir eğitim kurumu aile kurumunun yerini tutamaz…

Dünyanın En Şans/lı/sız Adamı

Meşhur bir hikâyedir, muhtemelen okumuşsunuzdur... Hikâye şu:


1962'de Selak isimli, Hırvat bir müzik öğretmeni; Saraybosna'dan Dubrovnik'e giden bir trene bindi. Bu yolcuğun, onu tüm dünyaya tanıtacak olaylar zincirinin ilk halkası olduğundan habersizdi. Selak'ı taşıyan tren raydan çıktı ve donmuş nehre devrildi. Kazada 17 yolcu hayatını kaybederken Selak, kıyıya kadar yüzerek kurtuldu. Olaydan bir yıl sonra, Zagreb'den Rijeka'ya yolculuk yaparken bir anda uçağın kapısı açıldı. Hava sirkülâsyonu, Selak'ı ve bazı yolcular uçaktan fırladı. Uçak birkaç dakika sonra yere çakıldı ve 19 kişi öldü. Ancak Selak, gözlerini açtığında hastanedeydi. Şansı yaver gitti bir saman yığınının üzerine düşerek sadece ufak sıyrıklarla kurtuldu.


1966'da bindiği otobüs yoldan çıktı ve bir nehre uçtu. Kazada dört kişi öldü. O ise hafif yaralı olarak kurtuldu.


1970'de otomobiliyle yolculuk ederken araç birden alev aldı, çabucak aracı durdurup kendini dışarı attı. Bundan hemen sonra da araç havaya uçtu.


1973 yılında bozuk bir benzin pompasından, Selak'ın otomobilinin motoruna benzin aktı. Araç aniden alev aldı, bu kazadan da kurtuldu ancak saçlarının büyük bir kısmı yandı.


1995 yılında, Zagreb'de bir otobüs çarptı; bu kazayı da ufak sıyrıklarla atlattı.


1996 yılında aracıyla bir dağ yolunda seyreden Selak; döndüğü virajın ardından bir kamyonun üzerine doğru geldiğini gördü. Araç yoldan çıkıp uçurumdan yuvarlanırken, Selak araçtan atladı ve bir ağaca tutundu... Yaklaşık 90 metre aşağıda aracının patladığını gördü.


Selak artık dünya çapında üne sahipti ve kimilerine göre şanslı, kimilerine göre ise şanssızdı.


Selak, "Buna iki şekilde bakabilirsiniz: Ya dünyanın en şanssız insanıyım ya da en şanslısı... Ben ikincisinin doğru olduğuna inanıyorum." diyor.


Selak'ı Türkiye, başına gelenleri ise kısa Cumhuriyet tarihinde ülkemizin ve insanlarımızın yaşadıkları olarak okuyalım:
C. kurulurken 620 yıl dünyaya nizam vermiş, muazzam bir kültür oluşturmuş şu anda 40'dan fazla devlete bölünmüş olan toprakların sahibi Osmanlı medeniyeti terk ediliyor; köksüz, ruhsuz Batı taklit edilerek anasız ve babasız kalmış bir bebek gibi bir devletçik kuruluyor. Ancak anasız ve babasız bırakılmış bu çocuk hayatını sürdürmeyi başarıyor.
Sonra milletin elinden dili, dini, her şeyi alınmaya çalışılıyor; her türlü baskı ve saldırı yapılıyor ama bu küçük bebek bulduğu ilk fırsatta özüne dönüp değerlerine sahip çıkıyor.
Kaç tane darbe gerçekleşiyor, hepsinden kurtulup ülke tekrar normal işleyişine dönüyor.
ASALA, PKK, DHKP/C gibi terör örgütlerinin saldırıları hiç bitmiyor; biri bitiyor, biri başlıyor ama ülke hâlâ dimdik ayakta...
En sonunda dindar geçinip kindar olan, mazlum görünüp zalim olan, insan görünüp robot olan, cemaat görünüp ‘CIAmaat’ olan hırsızlar, arsızlar, hayâsızlar, FETÖ’cü Haşhaşi hainlerin içiten ve dıştan saldırılarına maruz kalıp ondan bile minimum zararla çıkmayı başarıyor.


Şimdi söyleyin bu kadar saldırıya, ihanete uğradığı için bu ülke ve millet şanssız mıdır? Yoksa bu kadar saldırıya, ihanete rağmen dimdik ayakta durduğu için şanslı mıdır? Bence ikincisi!..

10 Ekim 2016 Pazartesi

Şort Giymeyen Müezzinin Davası Cort Eder Hocaefendi!..

İzmir'de bir caminin müezzini 15 Temmuz darbe gecesi, Mehmet Görmez'in talimatıyla milleti haberdar etmek ve darbeye karşı çıkmak için sala okuyor.

Bak bak, yaptığı densizliğe bak!.. Sen İzmir'de gecenin bir yarısında sala oku!.. Yetmezmiş gibi bir de darbeye karşı oku!.. Hiç düşünme darbeyi dört gözle bekleyen çağdaş(!) vatanperver yurttaşlarımız olabilir mi, saladan rahatsız olabilirler mi diye!..

Bir de üstüne üstlük şort giymemişsin!.. Hem İzmir'desin hem darbeye karşısın hem şort giymemişsin!.. Kusura bakma ama sen baştan cort etmişsin hocaefendi!.. Seni savunacak hâl bırakmadın bizde!.. Dava açılır, sana saldıranlar salıverilir. Ama şort giyseydin belki sana saldıranlar için bir ceza düşünebilirdik, biz de arkanda durabilirdik!.. Şimdi cık, mümkünsüz senin hakkını aramamız!..

Üstüne üstlük sana saldıran kişiler şortlu, hele bir de CHP'li, daha da ötesi CHP'li bir belediyede meclis üyesi... Camiye ilk dalan o hanım yok mu? O ne cevval bir kadın öyle!.. Nasıl vuruyor o nazik elleriyle sana!.. Yazık ya, acıdım ona; elleri acımıştır şimdi!.. Camiden çıkarken de elindeki taşla caminin camlarını kırması yok mu? Yüreğimin yağları eridi izlerken!.. Ya o nazik ellerini cam falan kesseydi, ya o camlar bir tarafına batsaydı!..

Ah canlarım benim; sizdeki bu darbeseverlik, darbeye karşı çıkanlara haddini bildirmek için gösterdiğiniz cesaret, gecenin o saatinde cami müezzinini dövmek için yaptığınız fedakârlık!.. Bunların hepsi takdire şayan!.. Sizin heykelinizi dikmezsek İzmir'in en büyük meydanına yuh olsun bize!..

Şimdi mahkeme camiyi basan bu mümtaz şahsiyetleri salıverdi tutuksuz yargılamak için... Bu nasıl mahkeme böyle? Tutuksuz yargılamak için salıvermiş!.. Ne yargılaması ya hu, ne demek yargılamak? Camiye saldırmak zorunda bırakılan bu vatandaşlarımız için müezzine aşırı tahrik davası açılmalı, ona vuran hanımefendi ve beyefendinin vururken ellerinin acıması ihtimaline karşı -gerekiyorsa doktor raporu alınarak- yine müezzine darp ve yaralama davası açılmalı!..

"Camiye, kutsala saygısı yokmuş bunların." diyen bazı densizler varmış, onlara kulak asılmayıp bu çağdaş(!) vatandaşlarımız, camiyi basmak ve camlarını indirmek zorunda bırakıldıkları için de imam ve müezzin görevden el çektirilmeli!..

Bana sakın şöyle demeyin: İstanbul'da şort giyen kadına saldıran manyak için dokuz yıl ceza istendi ve tutuklu, İzmir'dekiler serbest demeyin. Farkı göremiyorsanız ben size ne diyeyim ki!.. İstanbul'da saldırılan şortlu, İzmir'de saldıran şortlu!.. Ayrıca İzmir'dekiler düşünce özgürlüğü çerçevesinde darbeye destek çıkmak için şortlu olarak müezzine saldırıyor, camiye zarar veriyor gibi görünseler de o şortu boşa giymiyorlar!.. O şort, bu kadarcık cezadan da kurtaramayacaksa niye giyeyim ben o şortu!..

Bundan sonra yaz kış şortla gezeceğim; bana saldıran olursa ceza alır, ben birine saldırırsam cezadan muaf olurum!.. Düşündüm de şort şart!.. Bana cart curt, zart zurt eden olursa şortum beni korusun!..

Dünyanın En Şans/lı/sız Adamı

Meşhur bir hikâyedir, muhtemelen okumuşsunuzdur... Hikâye şu:

1962'de Selak isimli, Hırvat bir müzik öğretmeni; Saraybosna'dan Dubrovnik'e giden bir trene bindi. Bu yolcuğun, onu tüm dünyaya tanıtacak olaylar zincirinin ilk halkası olduğundan habersizdi. Selak'ı taşıyan tren raydan çıktı ve donmuş nehre devrildi. Kazada 17 yolcu hayatını kaybederken Selak, kıyıya kadar yüzerek kurtuldu. Olaydan bir yıl sonra, Zagreb'den Rijeka'ya yolculuk yaparken bir anda uçağın kapısı açıldı. Hava sirkülâsyonu, Selak'ı ve bazı yolcular uçaktan fırladı. Uçak birkaç dakika sonra yere çakıldı ve 19 kişi öldü. Ancak Selak, gözlerini açtığında hastanedeydi. Şansı yaver gitti bir saman yığınının üzerine düşerek sadece ufak sıyrıklarla kurtuldu.

1966'da bindiği otobüs yoldan çıktı ve bir nehre uçtu. Kazada dört kişi öldü. O ise hafif yaralı olarak kurtuldu.

1970'de otomobiliyle yolculuk ederken araç birden alev aldı, çabucak aracı durdurup kendini dışarı attı. Bundan hemen sonra da araç havaya uçtu.

1973 yılında bozuk bir benzin pompasından, Selak'ın otomobilinin motoruna benzin aktı. Araç aniden alev aldı, bu kazadan da kurtuldu ancak saçlarının büyük bir kısmı yandı.

1995 yılında, Zagreb'de bir otobüs çarptı; bu kazayı da ufak sıyrıklarla atlattı.

1996 yılında aracıyla bir dağ yolunda seyreden Selak; döndüğü virajın ardından bir kamyonun üzerine doğru geldiğini gördü. Araç yoldan çıkıp uçurumdan yuvarlanırken, Selak araçtan atladı ve bir ağaca tutundu... Yaklaşık 90 metre aşağıda aracının patladığını gördü.

Selak artık dünya çapında üne sahipti ve kimilerine göre şanslı, kimilerine göre ise şanssızdı.

Selak, "Buna iki şekilde bakabilirsiniz: Ya dünyanın en şanssız insanıyım ya da en şanslısı... Ben ikincisinin doğru olduğuna inanıyorum." diyor.

Selak'ı Türkiye, başına gelenleri ise kısa Cumhuriyet tarihinde ülkemizin ve insanlarımızın yaşadıkları olarak okuyalım:
T:C. kurulurken 620 yıl dünyaya nizam vermiş, muazzam bir kültür oluşturmuş şu anda 40'dan fazla devlete bölünmüş olan toprakların sahibi Osmanlı medeniyeti terk ediliyor; köksüz, ruhsuz Batı taklit edilerek anasız ve babasız kalmış bir bebek gibi bir devletçik kuruluyor. Ancak anasız ve babasız bırakılmış bu çocuk hayatını sürdürmeyi başarıyor.
Sonra milletin elinden dili, dini, her şeyi alınmaya çalışılıyor; her türlü baskı ve saldırı yapılıyor ama bu küçük bebek bulduğu ilk fırsatta özüne dönüp değerlerine sahip çıkıyor.
Kaç tane darbe gerçekleşiyor, hepsinden kurtulup ülke tekrar normal işleyişine dönüyor.
ASALA, PKK, DHKP/C gibi terör örgütlerinin saldırıları hiç bitmiyor; biri bitiyor, biri başlıyor ama ülke hâlâ dimdik ayakta...
En sonunda dindar geçinip kindar olan, mazlum görünüp zalim olan, insan görünüp robot olan, cemaat görünüp ‘CIAmaat’ olan hırsızlar, arsızlar, hayâsızlar, FETÖ’cü Haşhaşi hainlerin içiten ve dıştan saldırılarına maruz kalıp ondan bile minimum zararla çıkmayı başarıyor.

Şimdi söyleyin bu kadar saldırıya, ihanete uğradığı için bu ülke ve millet şanssız mıdır? Yoksa bu kadar saldırıya, ihanete rağmen dimdik ayakta durduğu için şanslı mıdır? Bence ikincisi!..