6 Eylül 2017 Çarşamba

Cemaatleri kapatalım, camileri ahıra çevirelim!

Malum olduğu üzere belli kesimler, 2013 yılındaki bir düğünde çekilen görüntülerden hareketle tarikatlara ve cemaatlere karşı müthiş bir karalama kampanyası başlattı. Tarikatlar ve cemaatleri her kötülüğün yuvası, her şerrin müsebbibi olarak lanse edip algı operasyonlarına hız verdiler.

Aslında yapılmak istenen, tarikatlar ve cemaatler üzerinden İslam'a ve Müslümanlara saldırmaktır ve bunu yapanlar için herhangi bir sebebe de ihtiyaç yoktur. Sebep bulamadıklarında mutlaka bir bahane üretirler. Geçmişte bunları defaatle yaptılar, fırsat buldukları her zaman da yapacaklarından şüphemiz yok.

28 Şubat sürecinde Müslüm Gündüzleri, Ali Kalkancıları, Fadime Şahinleri nasıl piyasaya sürüp Müslümanlara hayatı zindan ettilerse şimdi de fırsatını bulduklarında aynısını yaparlar. Her dönemde fırsat bulunca kullanacak piyonları hazırdır.

Geçmişte bu ülkede Müslümanlara, camilere, Kuran'a, ezana neler yapıldığını bilmeyen yoktur. Dinini öğrenmeye çalışan Müslümanlara her türlü eziyet edildi; koskoca selâtin camileri ahıra, depoya, bara, pavyona çevrildi, satıldı; Kuran yasaklandı, ezan Türkçeleştirildi. Şimdi bunları yapamadıkları için yapabilmenin yollarını arıyorlar, yapabilmelerini sağlayacak yolların taşlarını döşemeye çalışıyorlar.

Şimdi hemen camilerin kapatılmadığını, amacı dışında kullanılmadığını söyleyecekler çıkacaktır. Ancak artık mızrak çuvala sığmıyor, hepsinin belgesi var ve insanlar artık bu konuları rahatça konuşabiliyor. Sadece 1940 ile 1950 arasındaki tek parti (CHP) iktidarında çeşitli bahanelerle bine yakın cami ve mescit kapatılıyor. Birçok cami, minareleri yıkılarak samanlık ya da ahıra dönüştürülüyor.

Bir araya gelen dindar vatandaşlar, camileri satın alarak mülkiyetlerine geçiriyor; işyeri ya da han adı altında kiralayıp kapatılmaktan kurtarıyor. DP iktidarında ise tekrar aslına çevirebiliyorlar.

Çanakkale’de genelev yapılan, Divriği’deki cezaevine dönüştürülüp mihrabına tuvalet yerleştirilen, İstanbul'da CHP ilçe başkanlığı yapılan camiler; Afyon’da yıkılıp yerine çırılçıplak heykel dikilen Paşa Camii... İki cami arasındaki mesafe için 500 m kuralı getiriliyor ve yakın olan camiler ya satılıyor ya yıkılıyor ya da başka bir şeye çevriliyor. Konya'daki Selçuklu eseri Alaaddin Camii, Diyarbakır Ulu Camii bile depo olarak kullanılıyor. Bursa’daki Alacahırka Camii, yıllarca ahır olarak kullanılıyor. Sultanahmet Camii kapatılarak senelerce asker alma dairesi yapılıyor ve askerler yatıp kalkıyor. Eyüp Sultan Camii yıllarca kapalı kalıyor, türbe sular içinde yüzüyor. Ayasofya zaten malum...

Şimdi cemaatler ve tarikatlar üzerinden yapılmaya çalışılan da bugünlere geri dönmenin alt yapısını oluşturmaktır, algı operasyonları bunun için yapılıyor. FETÖ de bahane edilerek tüm cemaatlere, tarikatlara saldırılıyor. Bu defa dindar görünümlü; cemaat, tarikat, tasavvuf düşmanı proje gruplar da onların destekçisi...

Bir camianın, cemaatin yanlış yapması; tüm cemaatleri kötü yapmaz. Bilerek veya bilmeyerek millete düşmanlık yapmayın!..

Elinde iman ölçerle gezen tekfirciler, kâfirlerle aynı şekilde ayırt etmeksizin tüm cemaatlere saldırıyor. Eleştiri farklıdır, hedefe koyup tekfir etmek farklıdır. İyi niyet yok, bunlara da dikkat edilmeli!.

Bu millet için en büyük tehlike, İslam düşmanlarıyla birlik olup tüm cemaatlere ayırt etmeksizin saldıran proje gruplardır. Asıl onlara dikkat edilmeli ve onlar tasfiye edilmelidir…

Ay, Kurban Bayramı Bir Vahşettir

Ay ben bu kurban bayramlarında çok üzülüyorum!.. Alıp başımı gidesim geliyor buralardan!.. Dışarıya çıkamıyorum, televizyonlara bakamıyorum Kurban Bayramı süresince. Müslüman'ım demeye utanıyorum Kurban Bayramları yüzünden!..

Yine bir Kurban Bayramı'nı yaşıyoruz ve ortalık yine kan gölü!..

Yüz binlerce hayvana acımadan kıydı Müslümanlar!.. Kurban ettiler keçileri, koyunları, öküzleri, boğaları, develeri...

Aman Allah'ım bu ne büyük bir vahşet!..

Hâlbuki eti kasaplardan alıp o kadar hayvana kıymasalar çok daha güzel olurdu. Ben hep öyle yapıyorum, ne kadar ete ihtiyacım varsa fazlasıyla gidip kasaptan alıyorum. Hatta etsiz yemek yemiyorum ama hiçbir hayvanın canına da kıymıyorum. Ay ben kıyamam o hayvanlara!.. Ne gerek var o kadar hayvanı kurban etmeye, alırım kasaptan etimi oh mis gibi!.. Hatta çoğu zaman kasaptan et bile almam gider en lüks lokantada et yemeklerinin, kebapların en lezzetlisini yer çıkarım. Hem yemek yapmakla kim uğraşacak, elim ve evim et kokana kadar hazır yapılmışını yeriz.

Ben çok hayvan severim, çocuğum da olmadığı için evimde kedi ve köpek beslerim. Kedime ve köpeğime aylık yaptığım masraf, ortalama bir memur maaşı kadardır. Çocukla uğraşmak, ilgilenmek, çocuğun kahrını çekmek çok zor, ben o kadar zorluğa katlanamam. Çocuğun eğitimi var, istekleri var, beklentileri var; ama kedilerim ve köpeklerim öyle mi? Yiyeceğini al, bir bakıcıya bakımını yaptır tamam!.. Bana sadece sevme ve havasını atma kısmı kalıyor.

Giyeceğim konusunda da çok hassasım. Aldığım ayakkabılar bir defa hakiki deri olmalı, öyle her hayvanın derisinden yapılmış ayakkabıları da giyemem; derisi yumuşak olmalı, rahat olmalı... Yılan derisi olmayan kemeri takamam mesela... Çantamı sormayın onu mutlaka özel siparişle özel hayvan derisinden yaptırırım, genellikle de timsah derisinden... Evimizdeki koltukların hepsi ceylan derisidir, başka koltuğa oturamam. Ceylan da çok sevimli hayvan ama ne yaparsın ki koltuk çok önemli...

Evimin dört bir yanı fil dişinden yapılmış süs eşyaları ile doludur, eve fil dişi eşyalar ayrı bir hava ve güzellik katıyor.

Dolabımda kaç tane kürk manto var bilmiyorum. Çoğu da özel siparişle yapılmıştır; tilki, kaplan, fok, sincap derisinden mi dersin, ne dersen bulunur gardırobumda!..

Tüm Batı'ya, Avrupa'ya hayranım ama İspanyollara ayrı bir muhabbetim vardır. Hele o boğa güreşleri yok mu mest eder beni!.. Sırf boğa güreşleri izlemek için İspanya'ya gitmişliğim vardır birkaç kere!.. Matadorla boğa karşı karşıya geldiği zamanki heyecan tarif edilemez; hele de matadorun boğayı kan revan içinde yere devirdiği an ve oley oley sesleri yok mu insanı nasıl da kendinden geçiriyor!..

Bir de yeni yıllara yurt dışında girmeye bayılırım. Hindi kızartmasını ülkemizde yapabilen yok, Paris'te taze kesilmiş bir hindinin özel sosla yapılmış kızartmasını yeme zevkini tatmalısınız.

Konu nereden nereye geldi ayol!.. Ne diyorduk? Kurban Bayramı bir vahşet gerçekten!.. Modern dünyaya hiç yakışmıyor, ülkemizin ve Müslümanların imajını çok kötü etkiliyor. Bir gün biz de modern Batı gibi olur, muasır medeniyetler seviyesine erişiriz inşallah...

Çok konuştuk canım, haydi yılan derisi kemer, tavşan derisi ayakkabı, timsah derisi çanta siparişi vermiştim onların ne durumda olduğunu soralım. Sonra da yeni açılan restoranın kuzu pirzolası çok iyi diyorlar, birer pirzola yeriz.

Ay, Hac bu yıl da Kurban Bayramı'na denk gelmiş diyorlar, duydun mu?

Müslümanlar olarak çok meşgulüz, yapacak çok önemli işlerimiz var

Yine bir bayram, yeni bir bayram... Hepimizde harıl harıl bayram hazırlığı...

En iyi ve en ucuz kurbanlık nereden, nasıl alınır? Kimin aldığı kurbanlık, daha fazla et verir? Aldığımız kurbanlıkta etin kilosu kaç liraya geliyor?

Gündemimiz bu kadar basit ve Müslüman hassasiyetinden bu kadar uzak artık maalesef!.. (İslâm Âlemi, Ümmet-i Muhammed, vatan, millet kaygısı çeken hassas yürekli Müslüman kardeşlerimi istisna tutuyor ve onları selamlıyorum.)

Dünyanın dört bir yanında Müslümanlar kurban ediliyor, oluk oluk Müslüman kanı akıyor. Müslümanlar önce şeytanlaştırılıp terörist ilan ediliyor; sonrasında ise en acımasız yöntemlerle, en gaddar şekilde katlediliyor. Küffar, söz konusu Müslümanlar olduğunda kendi içindeki ayrılık gayrılığı unutup Müslümanları katlederken yekvücut oluyor; biz Müslümanlar ise hâlâ aramızdaki farklılıkları ön plana çıkarıp derinleştirmekle, birbirimizi tekfir etmekle, ötekileştirmekle, kendi görüşlerimizi tüm Müslümanlara dayatmakla meşgulüz.

Kimimiz hadisleri, kimimiz sünneti, kimimiz geleneksel İslam'ı, kimimiz modern İslam'ı (kaç çeşit İslam varsa) reddedip tek doğru İslam anlayışının bizimkisi olduğu iddiasıyla bizim gibi düşünmeyen tüm Müslümanları ötekileştirme derdindeyiz.

Kimimiz geçmişteki her şeyi kutsayıp dokunulmaz ilan ederken kimimiz geleneksel olan her şeyi reddedip yüzyıllar içinde oluşmuş İslam külliyatını, nasları, bilgileri, birikimleri reddedip üç kuruşluk bilgimizle hiç kimsenin düşünemediğini düşündüğümüzü, akledemediğini aklettiğimizi, yorumlayamadığını yorumladığımızı, anlamlandıramadığını anlamlandırdığımızı söylüyoruz.

Avamından havasına, talebesinden hocasına, cahilinden âlimine bu devrin Müslümanlarının en büyük handikabının haddini bilmemek olduğunu düşünüyorum. Haddimizi bilsek kendimizi de bileceğiz ve büyük büyük sözler söylemek yerine büyük işler yapmaya talip olacağız.

Ama ne gerek var bunlara? Klavyenin başında ahkâm kesmek, çok daha kolay ve herhangi bir riski yok.

Kudüs'te, Gazze'de, Filistin'de Müslümanlar dünyadan tecrit edilip inim inim inletiliyormuş, Mescid-i Aksa işgal ediliyormuş!.. Birkaç tivit atarız, sosyal medyadan İsrail'e birkaç küfür savururuz; görevimizi yapmış olmanın iç huzuru!..

Arakan'da Müslümanlar’a akla hayale gelmedik işkenceler mi yapılıyor? Çocuklar, yaşlılar diri diri yakılıp kadınlara tecavüz mü ediliyor? Haberleri izlerken bir iki ah vah ederiz, daha hassas olanlarımız bir iki damla gözyaşı dökeriz. Çok dertliyiz, çoookk!..

Somali'yi, Etiyopya'yı, Çad'ı, Sudan'ı, Myanmar'ı, Burma'yı, Ogadin'i, Eritre'yi, Nijer'i, Nijerya'yı, Filipinleri bize gösterdikleri kadar görürüz.

Ülkemizin en fakir insanının oraların en zenginlerine tekabül ettiğini bile bilmeden bu bölgelere yardım götüren kurumlara, kuruluşlara, insanlara en ağır ithamlarla saldırırız.

Neyse bunlar ağır meseleler!.. Bunlara kafa yorup hayatımızı zehir etmeye, ağzımızın tadını bozmaya gerek yok!.. Yapacak çok daha önemli işlerimiz var. Henüz Karun kadar zengin, Nemrut ve Firavun kadar güçlü, Maykıl Ceksın kadar meşhur olamadık.

Kâfirlerin icadı en lüks telefonumuzdan en süslü cümlelerle, en afili şiirlerle kâfirleri telin edip zor durumdaki Müslümanları Allah'a havale edip biz işimize bakalım.

Şimdiden hepimizin bayramı mübarek olsun!..

Köylülerimiz, çobanlarımız ve beyaz(!) Türkler

Malumdur ki ülkemizde belli bir kesim, bu milletin ekseriyetinden kendilerini üstün görüp herhangi bir durumda milletimize "köylü, çoban" vb. ifadelerle saldırarak güya hakaret ederler; kendilerini milletten üstün görüp göstermeye çalışırlar.

"Köylü, çoban" olmak; hakir görülecek, hakaret ifadesi olarak kullanılabilecek bir şey değildir. Köylü olmak, doğulan coğrafya ile ya da tercih edilen yaşam şekliyle ilgili bir durumdur. Çoban olmak ise zekâ kıtlığı ya da kast sisteminde daha alt sınıftan olmak demek hiç değildir. Ya imkânlar elvermediği için okuyup bir makam mevki sahibi olunamamıştır ya da doğup büyüdüğü çevrenin hayat şartlarına uyum sağlamakla ilgi bir durumdur.

Bu yazıyı yazma sebebim, yaz tatilinde bulunmuş olduğum baba ocağı Adana'nın Feke ilçesi Gaffaruşağı köyünde amcazade çoban Polat Ersin'in TEOG'da 480'e yakın bir puanla fen lisesine yerleşmesi oldu. Polat, okuldan eve geldiğinde hemen kitaplarını alıp keçilerinin peşinde dağlarda gezen bir çocuk!.. Hem köylü hem çoban... Dershane de özel ders de özel ilgi de görmemiş. 10 km uzaklıktaki köy okulunun taşımalı öğrencisi... Köylüyü, çobanı küçümseyip özellikle seçim dönemlerinde "Benim oyum, çobanın oyuyla bir mi?" diyerek kendini adam sanıp çocuğunun eğitimi için yılda yüz bin TL'den fazla para harcayanların çocuklarından daha başarılı, vatanına ve milletine çok daha bağlı... Bilmem ki böyle insanlara bakıp utanırlar mı bu ekabir takımı?

Köylü insanı hep zekidir, çalışkandır, dürüsttür vb. demiyorum. Köylü olup ciğeri beş para etmez adamlar da elbette ki vardır. Ancak köylüler, genel itibariyle daha kanaatkâr, daha az bozulmuş; vatanına ve milletine daha bağlı insanlar!.. Çoğunlukla hoşsohbet, cömert, misafirperver oluyorlar. Yolda kalıp herhangi bir eve gitseniz sizi misafir ederler, karnınızı doyururlar, ihtiyacınızı giderirler ve bunlar için de hiçbir beklenti içinde olmazlar. Hele şu televizyon denen illet en ücra köşelere kadar gitmemiş olduğu dönemlerde köylerimiz çok daha özgündü, bizdendi, bizimdi. Gün geçtikçe köylerimiz de tek tipleşmeye, özgünlüğünü kaybetmeye ve küçük birer şehir olmaya başladı. Ah televizyon, ah televizyon!..

Yazımızı, köylülerimizi ve çobanlarımızı küçümseyenlerin düştüğü durumları anlatan bir fıkra ile bitirelim:

Anadolu'nun küçük bir ilçesine yeni atanmış olan bir kaymakam, şoförüyle birlikte köyleri geziye çıkar. Köylü bir amcanın eşeğini yularından çekerek götürdüğünü görürler. Kaymakam, şoförüne amcanın yanında durmasını söyler. Şoför, kaymakamın niyetini anlar ve "Aman kaymakam bey, fazla takılmayın. Köylüler hazır cevap olur."der. Kaymakam da "Altı üstü köylü değil mi, hazır cevap olsa ne olur." diyerek "Amca hayırdır, nereye götürürsün bu çocuğu?" der ve ikisi de kahkahayı basar. Köylü amca gayet sakin, arabanın camından başını içeriye uzatıp "Okula götürüyorum evlat."der. Kaymakam, "Amca eşek okur mu hiç?" deyince amca cevabı yapıştırır: "Okursa kaymakam olur, okumazsa şoför..."

Yüreğimiz saflığını, samimiyetini yitirmesin; kibirden de kibirlilerden Allah hepimizi muhafaza eylesin!..

Selam ve dua ile...

Devletimiz var olsun, milletimiz sağ olsun

Devlet ve millet kavramları; biri diğerine tercih edilemeyen, biri diğerinden daha değerli/değersiz olmayan ve birbirini tamamlayan kavramlardır.

Devlet, toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasal bakımdan örgütlenmiş millet veya milletler topluluğunun oluşturduğu tüzel varlık, olarak millet ise çoğunlukla aynı topraklar üzerinde yaşayan, aralarında dil, tarih, ülkü, gelenek ve görenek birliği olan insan topluluğu olarak tanımlanıyor.

Görüldüğü gibi devletin varlığı, milletin varlığına bağlıdır. Mutlaka birine daha fazla değer verilip diğerinden üstün tutulacaksa bu millet olmalıdır. Devletsiz millet olur, varlığını devam ettirir ve bir gün gelip devletleşebilir ancak milletsiz bir devlet düşünülemez.

Allah hiçbir milleti devletsiz bırakmasın, hiçbir devleti de kendi milletiyle mücadele edecek kadar varlık sebebine ihanet edecek noktaya getirmesin.

Ülkemizde belli dönemlerde devlet yöneticileri, kendi milletini devletin bekası için tehlike görüp kendi milletine, milletin değerlerine savaş açtığı olmuştur maalesef!..

Cumhuriyet’in ilk kurulduğu yıllardan 1950'ye kadar geçen süre ve darbe dönemleri, bunun en belirgin yaşandığı dönemlerdir. Bu dönemlerde milletin değerleriyle, inançlarıyla, yaşam tarzıyla mücadele edilmiş, sistemin dayattığı tek tip insan yetiştirme ideolojisine uymayan ve aykırı kaldığı düşünülen herkes sindirilmiş, hapislere atılmış, sürgünlere gönderilmiş, idam edilmiş veya faili meçhul olarak ortadan kaldırılmıştır.

Bunun en ağır şekilde yaşandığı en yakın dönem ise 28 Şubat Dönemi'dir. Bu dönemde devlet yöneticileri, kartel basını ve iflah olmaz Batıcılar eliyle kendi vatandaşlarımıza kumpaslar kurulmuş, biraz aykırı kalan tipler bilinçli şekilde şeytanlaştırılmış, kamuoyu nezdinde itibarsızlaştırılıp yok edilmeye çalışılmıştır.

Başörtüsüsavar rektörleri, profesörleri, paşaları, gazeteci/televizyoncu kılıklı şarlatanları hatırlamak yeterlidir.

O dönemde devletin milletiyle arası pek iyi değildi, şimdi ise o dönemde milletine zulmeden devleti destekleyip kendilerinden olmayanları yok etmeye çalışan belli kesimlerin devletle arası iyi değil.

Devlet, 2002'den sonra attığı adımlarla millete yaklaştı. Geçmişte yapılan hataları telafi etmek ve ortadan kaldırmak için ciddi adımlar attı. 2002 öncesi hayalini bile kurmakta zorlanacağımız birçok gelişme yaşandı. Milletin değerleri, inancı devlet için tehlike olarak görülmez oldu. Millet, kendinden taviz vermek zorunda kalmadan inandığı gibi devlet kurumlarında yer alabilir oldu.

Şimdi ise devletin milletiyle barışmasından şikâyetçi olanlar, devletimizi ve milletimizi sürekli dışarıya özellikle de Batı'ya şikâyet edip âdeta devlete, millete, vatana ihanet ediyorlar.

Ülkemizde can ve mal güvenliği olmadığı, teröre destek verdiği, vatandaşlarına baskı yaptığı, düşünce/inanç özgürlüğü olmadığı vb. yalanlarını söyleyerek Batı uşaklığı yapıp kendi devletimiz ve milletimizle savaşıyorlar.

Allah geçmişte olduğu gibi milletini tehlike gören devletçi zihniyetten de kendi devletine düşman olup ihanet eden hain ruhlu zihniyetten de ülkemizi, devletimizi ve milletimizi korusun.

Devletsizliğin ne olduğunu anlamak için uzağa bakmaya gerek yok. Hemen yanı başımızdaki Suriye ve Irak'a bakmamız yeterli...

Devletimiz var olsun, milletimiz sağ olsun!..

Milletin kazanma zamanı gelmedi mi hâlâ?

Bugüne kadar milletimiz, devletimizin kazanması ve güçlü olması için elinden geleni yaptı. Devletimizin darboğazda olduğu dönemlerde devletten fazla bir beklenti içinde olmadı. Ek vergi konuldu, paşa paşa ödedi; zamlar yapıldı, sesini çıkarmadı; enflasyon yüksek çıktı, kendi ihtiyaçlarından kısıp bütçesindeki deliği bir şekilde kapattı.

Makro dengeler gözetilerek sıkı para politikası uygulandı yine millet, devletin çıkarını kendi çıkarından üstün görerek kazanç ve kayıp dengesinin her yıl kendi aleyhine bozulmasına ses çıkarmadı.

Çünkü milletimiz, hep şöyle düşünüyor/du: Milletin güçlü olması, devletin güçlü olmasına bağlıdır; devletim güçlensin, elbette biz de daha güçlü oluruz.

Hamdolsun ki özellikle 2002'den beri ülkemiz, her geçen gün daha da güçleniyor. Ülkemizin ekonomisi katlanarak büyüyor, ekonomik olarak dünyanın hatırı sayılır ülkelerinden biri olma yolunda hızla ilerliyoruz. Daha önce hayalini bile kuramayacağımız yatırımlar için milyarlarca dolar bütçe ayırıp devasa tesislere, köprülere, havaalanlarına, fabrikalara sahip olabiliyoruz şükürler olsun!..

Merkez Bankamızın rezervi, borsa tarihî rekorlar kırıyor, bankalarımız kâr açıklamada birbiriyle yarışıyor, kelli felli işadamlarımız ve holdinglerimiz servetlerini beşe ona katlıyor.

Devlet yönetiminde ne zaman bir çalkantı olsa milletimiz olaya el koyup ülkeyi iyi yönettiğini düşündüğü, kendinden gördüğü ve kendi lideri bellediği Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan'ı tek yetkili olarak devletin başına getirdi. 2002'den beri AK Parti'ye ve Reis'e hep sınırsız destek verdi. Hiçbir kumpasa, hiçbir tuzağa, algı yönetimine, kandırmacaya, korkutmacaya pabuç bırakmayıp hükûmeti ve liderini destekledi. Verdiği destek kadar kendi destek gördü mü derseniz cevabımız maalesef ki hayır olmak zorunda!..

Makro düzeydeki gelişmeler, ekonomik büyümeler millete yansı/tıla/madı. Devletimiz büyüdü, ekonomimiz güçlendi, itibarımız arttı ama millet aynı şekilde ekonomik anlamda istenilen düzeyde rahatla/tıla/madı.

Kısacası hükûmete karşı cömertlikte sınır tanımayan milletimiz, hükûmet ve devlet yöneticilerimizden aynı cömertliği bir türlü göremedi. Bugüne kadar bu durumu pek sorun etmeyip "Elbette devletimiz, yeri geldiğinde bizi düşünecektir." diyen milletimiz, "Artık devletin/hükûmetin bizi düşünme zamanı gelmedi mi?" demeye başladı.

15 Temmuz darbe girişimi yaşandı, devlet yöneticilerimizin artık milletle daha da yakınlaşacağı ve ekonomik uygulamaların, devletin büyümesi için gösterilen çabaların halkın lehine değişeceği düşünülüyordu. Ancak kamu çalışanları için hükûmetin son teklifi, maalesef ki devlet yöneticilerimizin hâlâ millet için elini taşın altına koyma konusunda istekli olmadığını gösterdi. Yıllık 3+3 zam teklifini açıklayıp milleti ikna edecek bir söylem olduğunu sanmıyorum.

Sahi, milletvekillerine, üst düzey bürokratlara yapılan zam oranları da %3 müydü?

Devletin tek başına kazandığı ve büyüdüğü artık yeter!.. Artık milletin de kazanma zamanı gelmiştir. Bundan sonra devlet, millet el ele büyümelidir!..

Siz millete verirseniz bu millet, size ve devletine misliyle karşılığını verecektir!..

...den satılık kelepir vatan

O vatanda bizim borumuz ötmüyorsa, o ülkede biz istediğimiz gibi at koşturamıyorsak, sahibi ve efendisi olduğumuz(!) millet bizim fikirlerimizi koşulsuz kabul edip sürekli peşimizden koşmuyorsa vatan nedir ki, o ülkeyi neyleyelim, böyle milletten bize ne?

Bu vatanı satarız, ülkeyi şikâyet ederiz, millete hakaret edip bizim gibi inanıp yaşamayanları aşağılayıp hedef gösteririz.

Çünkü;

Bu ülkeyi biz kurtardık, bu toprakların sahibi biziz; muasır medeniyeti (Batı'yı) geri kalmış, yobaz(!) bu millete hedef olarak biz gösterdik.

Dünyaya altı yüz yıl hükmetmiş, üç kıtada toprağı olan büyük bir devletin topraklarını mirasyedi bir evlat gibi dağıtıp sınırlarını Anadolu'ya hapsedip bunu da büyük bir başarı, zafer olarak millete biz yutturduk.

Geri kalmış, cahil, yobaz milletin cehaletten kurtulması için bir gecede bin yıllık alfabesini biz değiştirdik.

Camilerini satıp ahıra, depoya, bar ve pavyona müzeye biz çevirdik; tekkelerini, zaviyelerini biz kapattık.

Kur'an öğrenilmesini biz yasakladık, ezanı Türkçe’ye çevirip biz ucubeleştirdik, kıyafet kanunuyla giyecek donu olmayanlara şapkayı zorla biz giydirdik; bütün bunlara direnip uymayanları darağaçlarında biz sallandırdık, şehirleri biz bombaladık.

Başörtülülere ikinci sınıf muamelesini biz yaptık, okullarından ve işlerinden biz attık, bizim değil de Allah'ın istediği gibi yaşamayı tercih eden densizlere(!) Arabistan'a gitmelerini biz salık verdik.

Adam olamayacak bu milleti adam etmek için Batı'dan damızlık erkek getirme gibi dâhiyane fikirleri biz ortaya koyduk.

Düşünemeyecek, bir fikri olamayacak öküz Anadoluluya(!) hangi ideolojiyi benimseyeceklerini, komünizm gerekiyorsa onu da bizim getireceğimizi biz söyledik.

Darbecileri teşvik edip darbeleri biz yaptı/rdı/k, darbecilerle iş birliğini biz yaptık, darbecileri biz masumlaştırıp savunduk hatta darbe günlerini bayram olarak biz kutladık.

Yaptığımız bu kadar hizmetten(!) sonra bize iktidar yüzü göstermeyen, sürekli karşımızda olanları destekleyen, yeniden yaratmaya(!) çalıştığımız bir millet olmak yerine köklerine, geleneğine, inançlarına, tarihine bağlı kalmayı yeğleyen bu millete nasıl dost olup tercihlerine saygı gösterelim?

FETÖ, PKK ve DHKP/C ile ortak hareket edip onları da savunuruz, bu ülke ve millet için şehit olanların cenazeleri yerine bu ülkeyi yıkmaya çalışan teröristlerin cenazelerine de katılırız.

MİT'e operasyon çekenleri destekler, ülkeyi teröre destek veren ülke olarak göstermek için her türlü propagandayı yapar; teröre destekten, vatana ihanetten ceza alanların arkasında durur ve onları vatansever olarak gösteririz.

Türkiye'ye diz çöktürmek için var gücüyle çalışan Batı ülkelerine "Türkiye'de can güvenliği yok, Türkiye'ye sakın gelmeyin, yatırım yapmayın, yaptırım uygulayın." diye çağrılar yaparız.

Tek başına iktidar olup ülkenin sahibi gibi davranırsak, devletin tüm kurumları bizim parti organlarımız gibi çalışırsa biz de bu ülkeyi, milleti kimseye şikâyet etmeyiz.

"Recep Tayyip Erdoğan nefreti" ortak noktamızdır, ondan nefret ediyorsanız ülkeye ihanet etme hakkına bile sahipsiniz.

Abarttım mı? Hiç sanmıyorum!..

Ahlak ve namus örtüsü olmayan erkekler

"Başörtülü sigara" yazısından sonra Hayrettin Karaman Hocamıza gösterilen tepkilerin yersiz, haksız, abartılı ve nefsi olduğunu ifade etmek için gösterilen tepkileri özetleyen ve bu konudaki fikirlerimi ifade eden "Başörtülüyüm; sigara da içerim, göbek de atarım, sevgili de yaparım" başlıklı yazıyı yazmıştım. Yazıya gelen olumsuz tepki, beklediğimin daha altındaydı; destek ise beklediğimin çok çok üstündeydi. Kendimi ve düşüncelerimi doğru ifade edip çoğunlukla -özellikle de belli hassasiyete sahip bilinçli hanımefendi kardeşlerimizle- ortak bir noktada buluşabilmek sevindirdi beni.

Ancak belli bir kesim vardı ki yapılan yanlışlardan ziyade yanlışlara getirilen eleştirilere tepki gösterip yanlışın normalleşmesine bilerek ya da bilmeyerek sebep oluyorlar. Kendilerini ve yanlışlarını dokunulmaz görüp toz kondurmuyorlar.

Eleştiriler içinde en makul olanı ise hanımefendiler üzerinden yapılan eleştirilerimize katılmakla birlikte erkeklerin de benzer ve daha kötü davranışlar sergilediğini, ahlak ve namus kavramlarıyla örtüşmeyen hâl ve hareketler içinde bulunduğu ama bunların gündem edilmediği yönündeydi.

Bu konuda hanım kardeşlerimize katılıyorum. Erkekler tabii ki pirüpak değil, bir sürü sorunları, davranış ve kişilik problemleri var. Hatta kadınlarımızın yaşadığı ve yaşattığı birçok problemin temelinde erkekler olduğu kanaatindeyim.

"Ahlak, namus, edep" kavramları da sadece kadına özgü değildir. Bu kavramlar, hem erkek hem kadın için lazım olan, insanları insan yapan özelliklerdir.

Günümüzde erkeği layüsel, her istediğini yapan bir kişi/liksiz olarak yetiştiren aileler var maalesef ki... Bunun sebebi, ailelerin yetiştirme tarzından kaynaklanan hatalardır. Üzülerek belirtmeliyim ki yanlış yetiştirilen erkeklerin temelinde de genelde annelerin evde oğlunu sorumsuz, sorunlu tipler olarak yetiştirmesi yatıyor.

Kız yetiştirilirken gösterilen hassasiyet, genelde erkek yetiştirilirken gösterilmiyor/du. Kız, namus olarak görülüp erkeğin yaptığı namussuzluklar yüceltilip övülebiliyor.

Gençlik yıllarında her türlü haltı yiyip, her türlü düşüklüğü yapıp, hayatını başka kadınlarla yaşayıp(!) evlenmeye gelince eline erkek eli değmemiş, ehli namus, temiz aile kızı arayan erkeklere çüş denmeliydi çoktan ama maalesef ki pek diyen olmadı. Yok öyle yağma, kusura bakmayın; baz bazla, kaz kazla, kör tavuk topal horozla...

Kadını bir meta olarak görüp kişiliğini önemsemeyip sadece dişiliğine göre kadına değer veren, güzel(!) bulmadığı kadını önemsemeyen kişiliksiz erkeklerin de kadından, kadının tavır ve davranışlarından şikâyet etme hakkı yoktur.

Sokaklarda, caddelerde argo, kaba, küfürlü konuşan; ahlaksızlığın, edepsizliğin her türlüsünü aleni yapabilen erkekleri dizginlemeden sadece kadınlara yüklenmek haksızlıktır.

Kadının giyimi kuşamı nasıl eleştirilebiliyorsa erkeğinki de eleştirilmelidir. Moda denen illet, şu anda kadınlar kadar erkekleri de esir almıştır. Topuk üstü daracık pantolon, çorapsız babet, üste giyilmiş ceket, ucube saçlar, yolunmuş kaşlar, ağdalanmış vücutlarla iğrenç görünen erkekler; insanı tiksindirip erkekliğinden utandırıyor.

Günümüz erkekleri(!) ne ev geçindirmekte ne de evin sorumluluğunu almakta geleneksel erkek modeline uyuyor. Çoğunluğu sorumsuz, diploma sahibi çalışan kadın arayan, zengin bir kayınpedere sırtını dayayıp mirasa konmak isteyen kişi/liksiz/ler. Kadını para, daha lüks bir yaşam, ev, araba olarak gören hemcinslerimiz yüzünden kadın evinden, eşinden, çocuğundan -varsa tabii- uzaklaşıp fıtratına aykırı şekilde kendini sokaklara, caddelere, iş hayatına veriyor. Bir dostumuz, "Kadın sudur, erkek kap; erkek dirayetli bir adam olursa kadın erkeğin şeklini alır." derdi. Şimdi bakıyorum da kadınları fıtratından uzaklaştıran erkeklerin onlara sunduğu dünya, onlardan beklentileri ve onlarda değer verdikleri ya da vermedikleri şeyler.

Özetle: Erkeklerimiz erkek olup adamlığına halel getirmediği zaman kadınlarımızın sorunlarını daha az konuşup onları daha az eleştiriyor olacağız.

Selam ve dua ile...

“Başörtülüyüm; sigara da içerim, göbek de atarım, sevgili de yaparım”

Müslüman erkekler; günahkâr, kirli ellerini kadınların, özellikle de başörtülü kadınların üzerinden çeksin. Ayol, sizin yüzünüzden hayatımızı istediğimiz gibi yaşayamıyoruz. Sürekli bize İslam'ı, tesettürü, İslam ahlakını, Müslüman bir kadının zarafetini hatırlatmanızdan bıktık!.. Hem başörtüsü takarım hem koluma sevgilimi takarım... Hem göbek atarım hem şen kahkahalar atarım... Hem sokaklarda, caddelerde, parklarda ayak ayak üstüne atar sigara içerim hem de eleştirenlere içerlerim!.. Hem patlatarak sokakta, caddede sakız çiğnerim hem bir kadını hanımefendi yapan geleneksel ne kadar değer, kültür, anane, töre varsa çiğnerim.

Ayol bizim diğer kadınlardan neyimiz eksik? Onlar ne yapıyorsa biz de onu yaparız, onlar nasıl giyiniyorsa biz de öyle giyiniriz, onlar nasıl konuşuyorsa biz de öyle konuşuruz, onlar ne içiyorsa biz de içeriz, onlar hangi mekânlara takılıyorsa biz de takılırız.

Artık savunmada kalmaya da gerek yok, en iyi savunma hücum etmektir!.. Bundan sonra biri size Müslüman kadının tesettürünü mü hatırlattı, hemen Müslüman erkeğin tesettürünün göz kapakları olduğunu söyleyin. Biz ne kadar uçlarda gezsek de siz bakmayın, diyerek hatta sapık muamelesi yaparak, sizi uyarmaya çalışan hassasiyet sahibi beyleri ağızlarının payını verip anında susturun.

Bir eksiğinizi, hatanızı dile getirip düzeltmenizi mi istediler; hemen daha kötü durumdaki erkeklerden örnekler vererek siz kendi hemcinsinize bakın diyerek bir gol daha atın onların kalesine!..

Artık ezdiğiniz yeter biz kadınları!.. Gerekirse alayına küfreder, halayına kalkar, eşitlikten girer, pozitif ayrımcılıktan dem vurur, kadının artık uyandığını hatırlatır, feministlere taş çıkartırız. Biz artık eski başörtülü kadınlar değiliz, ayağınızı denk alın erkek müsveddeleri ona göre!.. Hahhayyyttt!..

Hayrettin Karaman Hoca'nın "Başörtülü Sigara" yazısından sonra eli kalem tutan, iki kelimeyi bir araya getirebilen, sosyal medyayı az çok kullanabilen birçok başörtülü hanımefendinin verdiği tepkiler üç aşağı beş yukarı özetlediğim gibiydi. Aman Allah'ım, ne tepkiler, ne tepkiler! Ne Hoca'nın hocalığı ne insanlığı ne edepsizliği ne haddini bilmezliği kaldı!.. Başörtülü olup da Hayrettin Karaman Hoca'nın eleştirdiği şeyleri yapanlar bir anda pirüpak oldu, bunları eleştiren Hocamız ve onun gibi düşünüp onu destekleyenler kötü oldu!.. Hem de ne kötü... Hocamız ikinci yazıyı yazmak zorunda kaldı, o da kesmedi hatta daha şiddetli tepki gösterenler bile oldu!..

Hâlbuki Hocamız, başörtüsünün/tesettürün Müslüman hanımefendiye bazı sorumluluklar yüklediğini, tesettürlü bir hanımefendinin İslami hassasiyet sahibi olmayan ya da bu bilinci kazanamamış bir hanımefendi gibi olamayacağını, farklı olması gerektiğini anlatmaya çalışmıştı. Kısacası, başörtülü bir kadın sıradan değildir ve sıradan davranışlar sergileyemez, demişti. Ama gelin görün ki tepki gösterenler, kendilerinin değerli görülüp gösterilmesine, sıradanlaşmamaları gerektiği fikrine karşı çıkarak biz sıradanız ve bize sıradan muamelesi edin, noktasına getirdiler olayı...

Başörtülü/tesettürlü hanımefendilerin tepkisi, aklıma şu fıkrayı getirdi:

“Almanya'da adamın biri elinde büyük bir bıçakla camiye dalar ve ‘Aranızda Müslüman olan var mı?’ diye sorar. Korkudan kimse bir şey diyemez, yaşlı bir adam mecburen ayağa kalkarak ‘Ben Müslüman'ım.’ der. Bıçaklı adamla yaşlı adam camiden çıkar. Adam, az ilerideki birkaç ineği gösterip ‘Amca, şunları kurban edeceğim de ben beceremem yardım eder misin?’ der.
Yaşlı adam, birkaç hayvanı kestikten sonra ‘Ben yoruldum, camiden başka birini getir.’ der.
Adam bu sefer kanlı bıçakla camiye girer ve ‘Aranızda başka Müslüman var mı?’ diye sorar. Yaşlı adamı doğradığını düşünen cemaat, çok korkar ve herkes aynı anda imama bakar. İmam, ‘Ne bakıyorsunuz ulan, iki rekât namaz kıldırdık diye hemen Müslüman mı olduk İsa aşkına?’ der.”

Hayrettin Karaman Hoca'nın yazısına popülist, modernist, önyargılı, insafsız, art niyetli bir şekilde tepki gösteren hanımefendiler de "Bir başörtüsü taktık diye İslam'ın emrettiği gibi yaşamayı şiar edinmiş, hassasiyet ve bilinç sahibi tam tesettürlü Müslüman hanımefendiler mi olduk? Altı üstü sadece başörtüsü taktık!.." der gibi geldi bana!..

Başka ülkede asla yaşayamam

Ülkemiz, gerçekten dünyada eşi benzeri pek bulunmayan bir ülke...

"Allah, tüm güzellikleri de güzelleri de, iyilikleri de iyileri de bu ülkeye nasip etmiş." diyerek şükretmek için çok vesile bulduğunuz da oluyor; "Allah, tüm çirkinlikleri de çirkinleri de, kötülükleri de kötüleri de bu ülkeye vermiş." diyerek isyan etmek için çok sebep bulduğunuz da oluyor.

Sonra dönüp kendimize diyoruz ki: "Burası imtihan dünyası, nimetlere şükredeceksin; külfetlere sabredeceksin ki imtihan olduğu ve imtihanda olduğumuz belli olsun."

Bir bakıyorsun Mısır'da darbe olmuş, ilk tepkiyi bizim insanımız vermiş, sokaklarda eylemler, nümayişler düzenlenmiş, darbe ve darbeciler lanetlenmiş.

Suriye'de atadan diktatör, kan emici vampir; kendi insanını katlediyor, ölüm kusuyor halkının üzerine... Yardıma ilk koşan bu güzel ülkemin güzel insanları oluyor. Tırlar dolusu yardımlar gönderiliyor, milyonlarca Suriyeli kardeşimize kapılar ve gönüller açılıyor.

Afrika'da açlıktan iskelete dönen, ölen çocukları görüp gözyaşı döküyor yediden yetmişe milyonlarca vatandaşımız. Dünyanın bir ucuna milyonlarca dolar yardım gönderiyor, su kuyuları açıyor. Körlerin gören gözü, hastaların doktoru, yol yordam bilmeyenlerin rehberi oluyor yüreği güzel insanlarımız.

15 Temmuz Darbe Girişimi gibi ihanetin dibini bulan bir girişime maruz kalıyor güzel ülkemiz. Bir bakıyorsun ki gütmesi için önüne iki koyun emanet edemeyeceğin gençler, sokakta görünce korkacağın garip tipler, içmekten başka bir şey bilmediğini düşündüğün ayyaşlar, korkak olarak nitelenen insanlar; vatanını, milletini, devletini korumak için öyle bir imanla ayağa kalkıp cesaretle, yiğitlikle tanka, tüfeğe, silaha, bombaya karşı koymuş ki!.. Bunu ancak bu toprakların yetiştirdiği, atasını, dedesini, mazisini unutmamış imanlı insanlar yapabilirdi zaten deyip ülkenle, milletinle gurur duyuyorsun. Şükrediyorsun bu ülkenin insanı, bu milletin bir ferdi olduğun için...

Sonra öyle olaylarla karşılaşıyorsun ki... "Bu insanlar benim ülkemde mi yaşıyor, ben bunlarla aynı millete mi mensubum, bunlar insan mı?" gibi soruları arka arkaya sormak zorunda kalabiliyorsun.

Bir bakıyorsunuz insanlığınızdan utandıran bir haber: Bir eve giren hırsızlar, evdeki eşyalarla birlikte özürlü gencin tekerlekli sandalyesini de çaldı. "Lanet olsun, hiç mi insafınız yok, bu kadar mı çıktınız insanlıktan?" diyorsunuz.

Ertesi gün "Ülkemizde Suriyeli istemiyoruz." diye çığlıklar atan akıl, insaf, vicdan yoksunu insanımsılarla karşılaşıyorsunuz. Zor durumdaki Suriyelileri ucuz iş gücü görüp sömürenleri, affedersiniz hayvanı bağlasan durmayacak dört duvar arasını uçuk fiyatlara Suriyeli kardeşlerimize kiralayanları görüp insanlığınızdan utanıyorsunuz. Düşünüyorsunuz, bu Suriyeli kardeşlerimiz, buraya keyfinden gelmedi. Evleri, sokakları, şehirleri bombalandı; annelerini, babalarını, kardeşlerini kaybettiler. Aynı durumda biz olsak ne yapardık? Aklınız duruyor, vicdanınız kuruyor susuyorsunuz!..

Bu ülkede kıyafetinden dolayı okulundan, işinden atılıp bir sürü hakaretlere, iftiralara maruz kalmış tesettürlü hanım kardeşlerimizi ve onlara bu zulmü yapanları ve destekleyenleri görüp kahroluyorsunuz. Daha sonra bu zulmü yapanların "kıyafetime karışma" diye kıyafetsiz şekilde yürümelerine, samimiyetsizliklerine şahit olup tiksiniyorsunuz bu tiplerden!..

Kilisede papazın kıydığı nikâhı kutsayıp müftünün kıyacağı nikâhtan kıllanan çağdaş, laikleri görüp “İnşallah layığınızı bulursunuz” diyorsunuz.

Kürtaj gibi bir cinayeti normal görüp sokaklarda, "Sevişirim evlenmem, hamile kalırım doğurmam, benim bedenim beni kararım." vb. diye gezen ahlak fukaralarını, canileri görüp "Allah'ım ne kadar da sabırlısın!" diye sitem ettiğiniz oluyor.

Daha neler neler görüyorsunuz. "Allah'ım bir ülkeye bu kadar çirkinlik ve çirkin, kötülük ve kötü fazla değil mi?" diyorsunuz.

Sonra en sadık dostuna, köpeğine, sarılıp huzurla uyuyan evsiz bir genci görüyorsunuz caddede yürürken ve tüm olumsuzlukları unutuyorsunuz. O genç, ülkemizin, milletimizin tüm çirkinliklerini güzelliğe, tüm kötülüklerini iyiliğe çeviriyor bir anda!.. Yunus Emre'den şu mısraları terennüm ederek yola revan oluyorsunuz:

Hoştur bana senden gelen/Ya hilat-ü yahut kefen,
Ya taze gül yahut diken/Kahrında hoş lutfun da hoş.

Salağın biri işte

İlk karşılaşmaları üniversiteye kayıt yaptırırken olmuştu.

Kız, büyük şehre yeni gelmenin ve kalabalığın ürkekliğini üzerinde taşıyordu. Yanında ise tam bir Anadolu insanı, saf, o da en az kızı kadar ürkek olan ellili yaşları geride bırakmış bir adamcağız... Üzerinde çizgili, yıpranmış beyaz bir gömlek, ütü yüzü pek görmemiş, kırışık, eski bir pantolon ve burnu epey yıpranmış siyah bir kundura... Belli ki köyünde hayvancılık, çiftçilik yapan gariban bir köylüydü ve onun da kızı gibi büyük şehre yolu pek düşmemişti.

Kız üniversiteli olmanın heyecanını yaşıyordu, aynı zamanda da yanındaki babasından utanıyordu belli ki... Öyle ya babasının köylü ve gariban olduğu çok belliydi... Kendisinin kıyafeti de çok öyle ahım şahım bir şey değildi gerçi ama... Taşralı olduğu ve giyinmeyi çok da beceremediği İstanbullu biri için hemen anlaşılıyordu...

Semih ise İstanbul'da doğup büyümüş, okumayı yazmayı seven, İstanbul'da yaşayıp da İstanbul'u yaşamaya çalışan nadir gençlerdendi.

Kız ve babası dikkatini çekti, nedense adama kendini yakın hissetti... Kızın da ürkek ceylan gibi duruşu karşısında kıza da acımayla karışık bir muhabbet duydu.

Kız ve babası, yanındaki banka gelip oturdu. Adam hafif bir sesle selam verip teklifsiz başladı muhabbete... "Kızım Hülya, eczacılığı kazandı da onun kaydı için gelmiştik; bu İstanbul nasıl bir şehir böyle, insan boğulur burada. Her taraf araba ve insan seli... Bu sele kapılmadan yaşamak, her babayiğidin harcı değil..."

Kız da bu sırada yarı utangaç bir şekilde biraz yere bakıyor, biraz Semih'e... Semih'le göz göze gelince burnunun ucu kızardı. Semih ise ondan daha çok utandı ve ikisi de yere bakmaya başladı.

Semih, bir şeyler söyleme ihtiyacı hissetti. "Evet, İstanbul'da yaşamak zordur; hele de Anadolu'nun sakin, yeşili, oksijeni bol, her şeyin doğal olduğu bir köşesinden gelmişseniz..." dedi ve ekledi: "Ama İstanbul yaşanılası bir yerdir, İstanbul'da yaşarken İstanbul'u yaşarsanız başka yerde yaşayamazsınız."

Adam, pek bir şey anlamasa da başıyla Semih'i onayladı. Kız ise Semih'in akıcı Türkçesi ve samimiyetinden çok etkilenmişti.

Günler, haftalar, aylar hatta yıllar geçti. Hülya ve Semih, bu geçen zamanda muhabbeti bir hayli ilerletti. Semih, Hülya’ya hep yardımcı olmuş; Hülya da ne zaman başı sıkışsa Semih'ten yardım istemişti.

Hülya üçüncü sınıfa geçmişti. Semih'e bir bağlılık hissediyordu ama hissettiği duygunun ne olduğunu da kestiremiyordu. Sevgi değildi, aşk hiç denemezdi bu duyguya... Çünkü Hülya geçen zamanda kabak çiçeği gibi açılmış, arkadaş çevresi farklılaşmış, kendine içten içe hayranlık beslediği, TV'lerde görüp imrendiği kişilerden oluşan bir çevre oluşturmuştu. Sigara içiyor, ara ara alkol alıyor, kızlı erkekli gruplarla Semih'in hiç uğramayı düşünmediği semtlerde geziyordu. Ah bir de maddi olarak daha rahat olabilseydi!..

Semih, zaman zaman Hülya'yı uyarıyor, Hülya ise Semih'e hayatının çok monoton olduğunu söyleyip kendilere takılmasını istiyor, sendeki para ve aile bende olsa hayatın nasıl yaşanacağını gösteririm, diyordu. Senin hayat dediğin şeyler insanın hayatını karartan şeyler, diye karşılık veriyordu Semih de...

Hülya, "Bu Semih ne garip çocuk!.. Bana her türlü yardımı yapıyor ama hiçbir karşılık beklemiyor. Beraber takıldığım insanlar ise menfaati olmadan en ufak bir iyilik yapmıyor. Hele erkekler, hele erkekler..." diye düşünüyordu. Hâlbuki yaptığı iyilikler karşılığında Semih ne isterse yapmaya hazırdı.

Yine bir gün çok önemli bir ihtiyacı için Semih'den yardım istedi ve Semih'e "Bak, çok yardımını gördüm ve başım her sıkıştığında sana koşuyorum, sen de yardımını esirgemiyorsun. Bunların karşılığını vermek istiyorum." dedi. Semih, hayır herhangi bir şey istemiyorum, hem nasıl olacakmış?" dedi. Hülya, ise "Semih'in elinden tutup biraz daha sokularak sen nasıl istersen öyle." diye cevapladı sırıtarak... Semih ise Hülya'nın elini sertçe ittirip biraz uzaklaştıktan sonra, "Sen beni hiç tanıyamamışsın!.." dedi ve hızlı adımlarla uzaklaştı.

Onları izlemekte olan arkadaşı Selin, Hülya'nın yanına gelerek, "Ne oldu? Kimdi o?" diye sordu.

Hülya ise biraz şaşkın, biraz üzgün ve hayal kırıklığı yaşamış bir şekilde Semih 'in arkasından bakarak: "Hiç!.. Salağın biri işte!.."

Not: Kahramanlar ve olay, hayali değildir.