5 Mart 2016 Cumartesi

Bir Siyasinin Cefa, Sefa, Vefa/Eza Dönemi

1948'de asker bir babanın oğlu olarak dünyaya geldi. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdi. MSP Manisa Gençlik Kolları Başkanlığı ve il başkanlığı yaptı. Yatmasa da iki yıl hapis cezası aldı. 1991'de Refah Partisi'nden Manisa' milletvekili adayı oldu, seçilemedi. 1994'te Manisa Belediye Başkanlığına aday gösterildi, yine seçilemedi. Samimiyetle çalıştı, koşturdu, mücadele etti; bu samimi gayretleriyle Millî Görüş camiasının gönlünde taht kurdu. Bu dönem tüm Müslümanlar için sıkıntılar dönemiydi, dolayısıyla bu dönem, onun siyasi hayatının da CEFA dönemiydi.

24 Aralık 1995 seçimlerinde Refah Partisi'nden Manisa milletvekili olarak meclise girdi. Bundan sonra uzun sürecek SEFA dönemi başladı. Daha sonra ise 1999'da Fazilet Partisi'nden meclise girdi. 2002'de Ak parti'nin kurucuları arasında yer aldı. Ak Parti'nin tek başına iktidar olmasıyla Meclis Başkanlığına getirildi ve 2007'ye kadar bu görevini yürüttü. Sonraki dönemlerde ise Başbakan yardımcılığı ve hükûmet sözcülüğü görevlerini yürüttü. Bu dönemlerde daha önce çekmiş olduğu cefaların sefasını fazlasıyla sürüyordu. Ancak ne olduysa bu SEFA döneminin uzun sürmesiyle oldu. Müslümanların duygularına tercüman olan, Müslümanları rahatlatan söylemler yerine; özellikle Millî Görüş camiasından gelenleri rahatsız eden söylemler ortaya koymaya başladı. Mavi Marmara katliamından sonra İHH ve Mavi Marmara için yaptığı açıklamalar, Gezi olaylarındaki çıkışı, hayal kırıklığına yol açan açıklamalardı. Ancak samimiyetine inanıldığı için o söylemlerinin üzerinde pek durulmadı. Giderayak -kime hizmet edeceği aşikâr olduğu hâlde- Melih Gökçek'le ilgili açıklamaları ise yenilir yutulur şeyler değildi.

Ve 1 Kasım seçimlerinde aday olmayacağını, artık dinleneceğini, partiye dışarıdan destek vereceğini söyledi. Takdir etmiştik doğrusu... Vakti gelince çekilebilmek bir erdemdi. Yıllarca yaptığı icraatlar ve söylemleriyle Müslümanların teveccühünü kazanmış ve Müslümanlar da onu hep baş tacı etmişti. Şimdi de kendisinden VEFA bekleniyordu. Bu dönem VEFA dönemi olmalıydı. Ancak hiç de öyle olmadı, eylem ve söylemleriyle VEFA bekleyenleri bir kez daha hayal kırıklığına uğrattı.

Müslümanlara her türlü zulmü yapmış basın grubu ve sahibiyle ilgili yaptığı açıklamaları henüz sindirememiştik ki şimdi de ülkeye ihanet etmiş gazeteci kılıklı kişiler için anayasayı ihlal ederek bir karar almış Anayasa Mahkemesini aklayan, lider bildiği kişiye dava arkadaşlarına cephe alan açıklamalar yaptı. Bu yaptığı açıklamalarla yıllarca kendine ve dava arkadaşlarına kin tutmuş, yok etmek için her türlü çirkefliği yapmış olanlara MEZE oluyor ve dava arkadaşlarına, sevenlerine EZA ediyor. Geçmişteki hizmetleri ve çektiği cefalar için bu millet kendini başının üstünde taşıdı. VEFA dönemi beklerken EZAdönemiyle karşılaştık... Yaptığı açıklamaların hiçbiri Hakk'a ve halka hizmet etmiyor, bilmem ki beklentisi ne? Madem VEFA göremedik, en azından sus da daha fazla EZA etme dava arkadaşlarına ve sevenlerine...EZA döneminin kısa sürmesi duasıyla...

Diriliş Postası ve Akçakale İzlenimleri

Diriliş Postası; gazete olarak belli hassasiyetleri, çizgisi olan bir gazete... Ne patronu gazeteciliği bir yerlerden ihale koparmanın aracı olarak görüyor ne de yazarları gazetedeki köşelerini menfaatleri için silah olarak kullanıyor. Gazeteyi ve gazeteciliği de sadece Ümmet-i Muhammed'in sesi olmak, insanlığa bir katkı sunabilmek için bir araç görüyorlar. Yaptığımız işte, yazdığımız yazıda, attığımız manşette"Allah'ın rızası, İslam'ın bekası, Ümmetin faydası, mazlumun duası " hep birinci önceliğimiz oluyor. Dolayısıyla cirmi küçük olsa da etkisi büyük bir gazete olarak yolumuza devam ediyoruz. Farklı olduğumuzu, Hak'tan yana olduğumuz için de hep haklı olduğumuzu düşünüyoruz. Gazetemizin bir yaşını doldurması sebebiyle yapmış olduğumuz program da farklı olduğumuzun tescili oldu gerçekten. Diriliş Postası gazetemizin 1. Yıl Etkinlikleri kapsamında gazete yazarları ve yöneticileri olarak 28 Şubat Pazar günü Şanlıurfa Akçakale'de, Süleyman Şah Çadır Kenti'nde bir program düzenledik. Herkes yıl dönümlerini, önemli günlerini çeşitli otellerde, eğlence merkezlerinde vur patlasın, çal oynasın şeklinde kutlarken Diriliş Postası'nın Urfa Akçakale'de şimdilik misafirimiz olan Suriyeli Müslüman kardeşlerimizle bir arada geçirmesi başlı başına takdire şayan bir davranış.

Kampta gördüklerimiz; yaşadıklarımız ise bu programın ne kadar isabetli olduğunu gösterdi. Bu programla belki biz oradaki kardeşlerimizin sorunlarını çözemedik, yaralarına merhem olamadık ama bir yol açmış olduk; dikkatleri oraya çekmeyi başardık, insanlarda bir bilinç, bir hassasiyet oluşturduk inşallah.

Oradaki çocukların masumiyeti, küçücük bir hediyeyle dünyalar bağışlanmış gibi mutlu olması, her türlü zorluklara, yaşanmışlıklara rağmen hayat dolu olması görülmeye değerdi.

6-7 yaşlarındaki bir kız çocuğunun ısrarla birkaç defa yanıma gelip "Biz sizi çok seviyoruz." demesi, bunun sonucunda kendisine ikram etmek istediğim bir çikolatayı "Ben az önce almıştım." diyerek reddetmesi "Biz de sizi çok seviyoruz." cümlesini gözyaşı içinde kurmama yetti.

Çadırına 3-5 dakika misafir olduğumuz bir ailenin o yokluk içinde size ikramlarda bulunma konusunda ısrarcı olması; Türkiye, Recep Tayyip Erdoğan, Ahmet Davutoğlu ve tüm Türkiye Müslümanları için öylesine içten, öylesine yürekten dualar etmesi sizi derinden etkilemeye yetiyor. "İnşallah bir gün biz de sizleri kendi memleketimizde, kendi evimizde misafir ederiz." diye dua etmeleri sizi hem sarsıyor hem umutlandırıyor.

Kampı gezince, oradaki ortamı görünce, insanlarla muhabbet edince şu kanaate vardım: Dışarıdan düşmanların tüm saldırılarına, içeriden hainlerin tüm ihanetlerine rağmen ayakta kalabilmemiz; bizim çok güçlü bir ekonomimiz, çok güçlü bir ordumuz, çok gelişmiş teknolojimiz olmasından değil. Başta Cumhurbaşkanımız olmak üzere hükûmet üyelerimizin, devlet yöneticilerimizin arkasında müthiş bir dua ordusunun olmasındandır.

Allah, devletimize zeval vermesin; İslam kardeşliğine, ümmet bilincine sahip yöneticilerimizi başımızdan eksik etmesin.

1 Mart 2016 Salı

Ne Garip Bir Ülkeyiz

Zamanında ülkede taş üstüne taş koymamış, ülkeyi yıllarca yerinde saydırmış hatta ülkeyi soyup soğana çevirmiş, Osmanlı'dan alınmış olan büyük mirası çar çur etmiş siyasiler, liderler(!) el üstünde tutulmuş. Liderliği kendi otoritesini pekiştirmekten öteye geçememiş, ülkeye hiçbir ufuk açamamış, sadece partisinin lideri olabilmiş bu kişiler; hiçbir şekilde eleştirilememiş, her söylediğinde hikmet aranmış. Bu liderlerin(!) ülkenin dört bir yanına heykelleri dikilmiş ve sürekli kutsanmış. Şimdi ise ülkenin ayaklar altında olan itibarını yükseltmiş, ülkeyi dünyada söz sahibi yapmış, istihbarat örgütlerinin cirit attığı ülke olmaktan çıkarmış, üzerine oyun kurgulanan ülke olmaktan çıkarmış hatta oyun kurucusu ülke hâline getirmiş, ekonomisini hayallerin ötesinde güçlendirmiş, ülkenin dışarıya bağımlılığını büyük oranda azaltmış, ülkemizin millî manevi değerleriyle yoğrulmuş, ülke için gecesini gündüzüne katmış liderine sürekli hakaretler ediliyor. Ona karşı olmak, onu yıpratmak, siyaseten itibar kaybettirmek için vatana ihaneti bile normal karşılayan bir zihniyet türedi. Bu durumu açıklamak için akıl ve mantık yeterli olmuyor. Ne garip bir ülkeyiz!..

Milletin kendisini temsil etmesi için meclise yolladığı vekillerin terörist cenazelerine katıldığı, terörsitlerle bir olup ülkeyi yıkmak için uğraştığı, kan ve gözyaşından beslenenlerin barış güvercini kesildiği, at izinin it izine karıştığı günleri yaşıyoruz. Ne garip bir ülkeyiz!..

Ülkesi için her türlü fedakârlığı yapan, ülkede yaşanan hiçbir olumsuzlukta ülkeyi terk etmeyi düşünmeyen, bütün olumsuzluklara rağmen ülkede ikamet edenlerin ülkeye ihanet edenler, ülkeye karamet edenler kadar itibar görmediği bir dönemden geçiyoruz. Ülkeye ihanet edenlere basın yayın yoluyla lojistik destek sağlayan, gazeteciliğin itibarını yükseltip(!) ülkenin ve devletin itibarını ayaklar altına alan, yabancı istihbarat örgütlerine lojistik destek sağlayan, ülke için hiçbir faydası olmadığı gibi çok büyük zararları dokunan faaliyetler içinde bulunan kişilerin ülkenin en üst mahkemelerince hak ve hukukunun korunup kollandığı; vatanı ve ülkesi için her türlü tehlikeye atılan, kendi felaketine sebep olacak olsa da ülkenin menfaatini gözeten kişilerin ise hak ve hukukunun önemsenmediği zamanlara şahit oluyoruz. Ne garip bir ülkeyiz!..

Ülkesi için gecesini gündüzüne katanların, vatan ve millletinin bekası için kendinden fedakârlık yapanların, gazetecilikten önce vatanını düşünüp mesleği için ülkesine ihanet içinde bulunmayanların, ülkesinin menfaatini kendi menfaatlerine tercih edenlerin, ülkesine ihanet ve karamet edip firar etmektense ülkesinin hapishanelerinde çürümeyi göze alanların, ülkesini soyanlardan değil de ülkesindekileri doyuranlardan olanların daha çok itibar görüp devletin bütün kurumlarınca, adalet mekanizmalarınca, yetkili ve etkili kişi ve organlarınca korunup kollandığı günlere en kısa zamanda ulaşmak duasıyla...

Biz garip bir ülkeyiz ama her şeye ve herkese rağmen büyük bir ülkeyiz!..

Baba Yok, Yok!

Üç yaşındaki oğlumla evin yakınındaki camiye yatsı namazına gittik. Bulunduğumuz semt itibariyle camide de genelde Suriyeli Müslümanlar bulunuyor. Farza duruldu. Ben de sağ taraftaki ön safta boş yer görünce oraya yöneldim ve namaza durdum. Oğlum da geçtiğim yeri fark edememiş. Bir süre etrafa bakıp beni göremeyince başladı ağlamaya. Hafif bir tonda başlayan ağlama sesi, gittikçe artmaya başladı. Namazı bırakıp bırakmama konusunda tereddüt yaşadım. Hele ki son rekâta geldiğimizde "Baba yok, yok!.." diyerek bir ağlaması vardı ki bitirdi beni... Selam verir vermez kollarımı açarak koştum yanına, bana bir sarılışı ve hıçkıra hıçkıra ağlayışı vardı ki... Yüreğim parçalandı, o anda oğlumu öperek seni bırakıp hiçbir yere gitmem diye teselli etmeye çalıştım. Ancak o sırada çevreme şöyle bir bakınca masum gözlerle bize bakan Suriyeli birkaç çocuğa ilişti gözlerim. Öyle imrenerek bakıyorlardı ki bize, suçluluk psikolojisiyle oğlumu -hâlâ ağlıyor olmasına rağmen- yere bıraktım ve o sahneden kurtulmak için hemen son sünnete durdum. Ama çocukların bize imrenerek bakışı bir hayli sarstı beni. Benim oğlum beş dakika beni kaybedip göremeyince "Baba yok, yok!.." diye ağlıyor ve ben de az sonra gidip kucağına alacağımı bildiğim hâlde oğlumun o çaresiz ağlayışına dayanamıyorum. Ya babasını, annesini bir daha göremeyecek şekilde kaybetmiş olan on binlerce Suriyeli öksüz ve yetim çocuk?

Ne kadar duyarsızlaşıyoruz! Ne kadar da kendi dünyamıza gömülü yaşıyoruz!

Yine bir gün Bahçelievler'den Şirinevler'e doğru gidiyorum. Kahvaltı yapmak için fırından da bir simit ve iki poğaça aldım. Bahçelievler İmam Hatip Lisesi'ne varmadan ışıklarda durdum. O sırada 7-8 yaşlarında yalın ayak bir çocuk, kucağında 2,5-3 yaşlarında bir çocukla arabaya yaklaştı. Bu çocuklara genelde para vermiyorum prensip olarak. Çocuk, para vermeyeceğimi anlayınca yan koltuktaki simit ve poğaçayı görerek işaret etti. Çocukların gözlerinde insanı içine çeken öyle bir masumiyet vardı ki... O sırada da yeşil ışık yandığı için hareket ederken simidi vererek yola devam ettim. Poşeti vermeyi, arabayı sağa çekip çocuklarla ilgilenmeyi akıl edemediğim için kendime kıza kıza, hakaretler ede ede iş yerine vardım. Geri dönmeyi düşündüm, trafik sıkışık, iş yerinde acil bekleyen işler var; geriye de dönemedim. Gün boyunca çocukların hayali gözümün önünden gitmedi. Hep büyük çocuğu benim büyük oğlum, kucağındakini de ortanca oğlum olarak düşündüm. Böyle düşündükçe üzüntüm arttı. Günlerce o çocukların yanıma geldiği ışıklardan geçerken yavaşladım, sağa sola baktım ama maalesef o çocukları bir daha göremedim. Görüp o çocuklara sarılmayı, onları öpüp koklamayı, bir yerlere götürüp yedirip içirip giydirmeyi o kadar arzuladım ki... Ama olmadı maalesef...

İyilik yapma fırsatı da her zaman geçmiyor elinize. Fırsat geçiyor siz müsait olmuyorsunuz, siz müsait oluyorsunuz fırsat olmuyor. Ne olur daha duyarlı olalım, iyilik yapma fırsatımız ve imkânımız olunca bu fırsatı kaçırmayalım. Ertelemeyelim, bakarsınız yarın olur da biz olmayız. Selam ve dua ile...