25 Aralık 2017 Pazartesi

28 Şubat'ın Apoletli Suçluları ve Gazeteci Kılıklı Postal Yalayıcıları

28 Şubat dönemine ilişkin 103 sanıklı davada savcı, esas hakkındaki görüşünü perşembe günü nihayet açıkladı.

Refahyol hükümetini devirmeye TSK'deki tüm unsurların katıldığını belirten savcı, cezaların en üst seviyeden verilmesini istedi.

Aralarında dönemin Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı ve dönemin Genelkurmay 2. Başkanı emekli Orgeneral Çevik Bir'in de olduğu 60 sanık için, "hükümeti yıkmaya yönelik darbeye teşebbüsten" ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istendi.

Dönemin Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, Genelkurmay İkinci Başkanı emekli Orgeneral Çevik Bir, Çetin Doğan, Erol Özkasnak gibi o dönemde milleti köle, kendilerini efendi olarak gören, burnu yere düşse almayacak kadar kibir, enaniyet sahibi kişilerin mahkemece yargılanıp suçlu olduklarının tescil edilmesi bile insanı sevinçten uçuruyor.

Şükür, bugünleri gösteren Rabbimize!..

Şükür, mazlumun ahını zalimde bırakmayan Allah'ımıza!..

Şükür, hiçbir zulmün ilelebet payidar olamayacağını, zalimin zulmüyle abad olmayacağını herkese bir kez daha gösteren Mevla'mıza!..

Şükür, sırtını Allah'a dayayanların asla kaybetmeyeceğini ve sonunda mutlaka kazanacağını gösteren Yaradan'ımıza!..

“28 Şubat bin yıl sürecek.” diyenlerin bin yıl ceza aldığı günleri görmemiz yakın inşallah!..

Ancak bu davanın geldiği aşama bizi ne kadar sevindirse de, bize hayatı zindan edenlerin zindanlarda çürüyecek olmasını düşünmekten ne kadar memnun olsak da; olayın farklı bir yönü bu sevincimizi buruklaştırıyor, mutluluğumuzu gölgeliyor:

Müslüm Gündüzleri, Ali Kalkancıları, Fadime şahinleri piyasaya sürüp onlar üzerinden her gün Müslümanlara ve İslam’a küfreden 28 Şubat'ın postal yalayıcıları, gazeteci kılıklı darbe şak şakçıları, milletin dinî değerlerine düşman olup dindarları hedef tahtasına koyan medya patronları ve sermaye sahipleri ne zaman yargılanıp millete yaşattıklarını yaşayacaklar, ne zaman olmaları gereken yere -kodese- tıkılacaklar?

Her gün ana haber bülteninde salya sümük küfürler savuran Reha Muhtar, darbe kışkırtıcılığı yapan Pop-Sosyolog Ertuğrul Özkök, Emin Çölaşan, Ali Kırca, Fikret Bila, Sedat Ergin, Derya Sazak, Mehmet Yılmaz, İsmet Berkan, Zafer Mutlu, Fatih Çekirge, Mustafa Balbay, Sebahattin Önkibar vb. kişiler suça aleni ortaktı ve o dönemde yapılan haksızlık ve hukuksuzlukları elleri parçalanana kadar alkışlıyorlardı.

Bunlar ve bunlara her türlü imkânı verip mütedeyyin insanlara sürekli küfrettiren Aydın Doğan ve avanesi ne zaman yargılanacak?

28 Şubat'ın güdümlü hâkim ve savcılarının içeri tıktığı ve 20 yıldır cezaevinde yatan mazlumların hesabı ne zaman sorulacak bu hâkim ve savcılardan? Ve hâlâ hapislerde yatan mazlum Müslümanlar ne zaman çıkarılacak?

On binlerce öğrenciyi okulundan, memuru işinden edenler ve gencecik kızlara hayatı zindan edenler ne zaman zindanlara buyur edilecek?

Kemal Gürüzler, Kemal Alemdaroğlular, Nur Serterler için adalet hemen işletilmeli; mağdur ettikleri her öğrencinin hesabı ayrı ayrı sorulup hemen zindanlara atılmalıdır bunlar!..

Geçen yıllarımız geri gelmese de zalimlerin zulümlerinin cezasını çekmeleri rahatlatacak bizleri!..

Rabbim, o süreçleri bir daha yaşatmasın biz Müslümanlar’a!..

23 Aralık 2017 Cumartesi

Muhafazakâr(!) feministlerden Allah'a sığınıyorum, siz de sığının!..

Feminizm "toplumda kadının haklarını çoğaltma, erkeğinkiler düzeyine çıkarma, eşitlik sağlama amacını güden düşünce akımı, kadın hareketi" diye tanımlanıyor.

Şöyle bakınca kulağa da hoş gelmiyor değil hani!..

Eşitlik? Hem de kadın-erkek eşitliği!.. (Gerçi eşitlik kesmez şimdiki feministleri!..)

Nasıl olacak bu? Yöntem basit!.. Öncelikle erkek denen canavarlara haddini bildirerek!.. Sonra erkek denen bu hastalıklı tiplerin kullandığı, kullanmadığı bütün hakları kadınlara verip erkekler karşısında üstün konuma geçmelerini sağlayarak!..

Öyle bir psikolojik baskı kuracaksınız ki bütün erkekler, erkek olarak yaratılmış olmalarının bile ezikliğini yaşayacak!..

"Kahretsin, erkeğim ve suçluyum!.." psikolojisini ve suçluluk duygusunu yaşamalı tüm canavarlar!..

"Kıllıyım, tüylüyüm, kabayım, yontulmamışım, tehlikeliyim..." vb. tüm aşağılık kompleksini ciğerlerine kadar hissetmeli erkek denen caniler. "Hâlbuki kadın denen, narin canlılar öyle mi? Hepsi birer melek; çekicilik onlarda, cazibe onlarda, güzellik onlarda, incelik onlarda, zarafet onlarda..." vb. düşünceleri de peşinen kabul etmiş olmalı erkek denen illet!..

Erkeklerden biri bir suç mu işledi? Hemen bir genelleme yapıp cani, canavar, gaddar, şiddet yanlısı, güvenilmez vb. yaftasını tüm erkeklere vurmalı!..

Abarttım mı? Hiç sanmıyorum!..

Şu anda topluma empoze edilen ve devlet erkinin de kanunlarla, uygulamalarla, basın yoluyla oluşturduğu ve yerleştirdiği vahim tablo tam da bu!..

Eskiden bu hastalıklı görüş İslami bir kaygısı olmayan, hayatını seküler dünya görüşü üzerine bina eden, dünyadaki varlık sebebini dünyanın bütün hazlarını tatmak olarak belirleyen tiplerde mevcuttu!.. Şimdi ise bu görüşler, yeşile boyanmış şekilde muhafazakâr(!) camianın kadınlarında ve onlara şirin görünmeye çalışan bazı erkeklerinde var.

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı'nın son 15 yıldaki uygulamalarına da bakabilirsiniz.

Ardından muhafazakâr kadınların karşı mahallenin feministlerinden rol çalarak kurduğu derneklere, derneklerin çalışmalarına, buradaki muhafazakâr kadınların zihniyetine bakılabilir!..

Hele muhafazakâr(!) meşhur bir kadın derneği tarafından kadına şiddeti kınamak için sokak ve caddelerdeki billboardlara verilen bir reklam vardı ki evlere şenlik!.. Ayının bile yapmadığını yapan canavar olarak lanse edilen erkek!.. Ne yaratıcı, ne orijinal, ne kadar ikna edici(!) bir reklam!.. Allah'ım sana geliyorum!..

"Erkekler ne yapıyorsa biz de yapabiliriz." afra ve tafralarıyla erkeksileşmiş bir şekilde boy gösteren muhafazakâr kadın derneklerine, yöneticilerine, gündeme gelme şekillerine biraz dikkat edin!..

Gittikçe ailesinden, yuvasından, fıtratından kopmuş, iyice itici olmuş kadın tipleri dikkatinizi çekmiyor mu?

Muhafazakâr feministlerin cirit attığı, fıtratına röveşata çektiği bu zamanda hassasiyetini, zarafetini, nezaketini, özellikle de fıtratından gelen şefkatini yitirmeden modern dünyanın kendine çizdiği rotaya göre değil de Allah'ın kendine biçtiği role göre yaşamaya ve yaşatmaya çalışan hanımefendilere selam olsun!..

Allah sayınızı artırsın, duruşunuzu bozmasın!..

Tüm feministlerden Allah'a sığınırım ama muhafazakâr(!) feministlerden iki kere sığınırım!.. Siz de sığının!..

Kudüs'ten önce Mekke ve Medine işgalden kurtarılmalı

Büyük Şeytan ABD'nin; Kudüs'ü terör devleti, işgalci İsrail'in başkenti olarak tanıyıp büyükelçiliğini Tel Aviv'den Kudüs'e taşıma kararını açıklamasından sonra Türkiye liderliğinde İslam İşbirliği Teşkilatı acil toplandı. Toplantıya davet edilen 56 ülkeden birçoğu devlet başkanları/cumhurbaşkanları veya başbakan düzeyinde katılım sağladı.

8 ülkeden katılımcı, 21 ülkeden ise üst düzey katılım olmadı. Bunlar içinde en dikkat çekenler ise doğal olarak Suudi Arabistan ve Mısır'dı.

Toplantıya dışişleri bakanı düzeyinden katılım gösteren Mısır, ülkenin gerçek liderine (Selam olsun Muhammed Mursi'ye) İsrail, ABD ve tüm Batı ülkelerinin desteğiyle darbe yapmış olan, kendi milletine zulmeden, kendi ülkesini sağa sola peşkeş çeken, kanı bozuk bir darbeci (Allah'ın laneti Sisi denen darbeci alçağın üzerine olsun.) tarafından yönetiliyor. Kendine hayrı yok ki İslam dünyasına bir hayrı dokunsun.

Diğeri ise kendi içinde taht mücadelesine girişmiş, elde ettiği petrol gelirleriyle iyice şımarmış, İslam dünyasına tamamen duyarsızlaşmış Suudi Amerika!..

Öyle bir ülke ki bu Arabistan, hiç üretmeden sürekli tüketerek kendisi refah içinde yaşayıp İslam dünyasına üç kuruşluk faydası olmayan bir ülke!..

Kutsal beldelere çöreklenmiş, ne kutsal beldeleri koruyabilmiş ne de kutsal beldeleri hak edecek bir icraat yapabilmiş, Osmanlı'ya yaptığı ihanetin lanetinden kurtulamamış bir ülke!..

O Arabistan ki Osmanlı'nın kendisinden yüksek bina yapmayı edepsizlik saydığı Kâbe-i Muazzama'nın etrafını ucube gökdelenlerle, beton yığınlarıyla çepeçevre kuşatmış ucube bir devlet!..

Müslümanların hac ve umre paralarıyla, Allah vergisi petrol gelirleriyle şımardıkça şımarmış, Müslümanlardan kazandığı paralarla ABD bankalarını finanse etmiş; Ümmet-i Muhammed sıkıntı içindeyken, açlıktan ve yoksulluktan inim inim inlerken kılını kıpırdatmamış ve İsrail'i dost ülke ilan edip İsrail'le savaşmanın caiz olmadığı fetvasını verecek kadar yoldan çıkmış sapık bir ülke Suudi Arabistan!..

Böyle rezil bir devletin, Kâbe-i Muazzama'ya, kutsal şehir Mekke'ye hükmetmesi kabul edilemez!..

Kâfire dost, İslam dünyasına ve sıkıntılarına duyarsız böyle bir devletin ve yöneticilerinin medeniyetin beşiği, Peygamber Efendimizi misafir eden Medine-i Münevvere'yi kontrol etmesi doğru değildir.

Kutsal beldeler Mekke ve Medine, Kâbe-i Muazzama ve oradaki Müslümanlar bu sapıtmış yönetimden de onların sapık zihniyetlerinden de bir an önce kurtarılmalıdır.

Mekke ve Medine kurtarıldığı gün, Kudüs'ün özgürleştirilmesi, İslam âleminin felahı çok daha kolay olacaktır.

Etrafı talan edilmiş, boynu bükük bırakılmış, mahzunlaşmış Kâbe, bu sapık zihniyetten kurtarıldığı gün İslam dünyası yeniden şahlanacaktır.

Kudüs bizim için tabii ki çok önemli, Mescid-i Aksa canımız ve kanımız, Filistin vazgeçilmezimiz ama Mekke, Medine ve Kâbe bu zihniyetten arındırıldığı gün emin olun ki Kudüs, Mescid-i Aksa ve Filistin'i tutsak edecek İsrail diye bir devlet, ABD diye bir güç kalmayacak ortada!..

Rabbim, Mekke'nin, Medine'nin, Kâbe'nin; Kudüs'ün, Filistin'in, Mescid-i Aksa'nın esaretten kurtulup gerçek sahiplerine geçtiği ve İslam âleminin yekvücut olduğu günleri görmeyi biz Müslümanlara tez zamanda nasip etsin!.. (Amin…)

16 Aralık 2017 Cumartesi

Lanetli kavim İsrail, korkularında boğulup yok olacak

Lanetli kavim İsrailoğulları!..

Şöyle bir araştırdım da Kur'an-ı Kerim'de 41 ayette İsrailoğulları'ndan bahsediliyor. Genelde de onlara verilen nimetler ve bu nimetlere rağmen yaptıkları nankörlükler anlatılıyor.

Arkasından da lanetleniyor dünyanın baş belası bu kavim!..

"Onlar (Yahudiler) nerede bulunurlarsa bulunsunlar, Allah'ın ahdine ve insanların (müminlerin) himayesine sığınmadıkça kendilerine zillet (damgası) vurulmuştur; Allah'ın hışmına uğramışlar ve miskinliğe mahkûm edilmişlerdir. Çünkü onlar, Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlar ve haksız yere peygamberleri öldürüyorlardı. Bu da onların isyan etmiş ve haddi aşmış bulunmalarındandır. Hepsi bir değildir; Ehl-i Kitap içinde istikamet sahibi bir topluluk vardır ki gece saatlerinde secdeye kapanarak Allah'ın ayetlerini okurlar." (Al-i İmran, 3/112-113)

Lanetlenmelerinin ne kadar haklı, isabetli olduğunu her zaman gösteriyor katil sürüsü, terör devleti İsrail...

Tarihte bir yolculuk yaptığımız zaman şunu görüyoruz: Bu Yahudiler, ne zaman biraz palazlansa, bitleri kanlansa dünyanın başına bela olmuşlar.

Hiç rahat durmayıp fitne çıkarıyorlar, insanlara zulmediyorlar. İnsanlar da bir süre sonra bunlara tahammül edemiyor ve gereğini yapıyor.

Müslümanlar da bunların katledilmesine, sürgüne gönderilmesine pek rıza göstermiyor ve yardım eli uzatıyor. Ancak bu lanetli kavim, kurtarıldıktan sonra yine rahat durmuyor ve kendilerine uzatılan o yardım elini kesmeye ve yardım edenleri hançerlemeye başlıyor. Ne kadar nankör, vefasız, kadir kıymet bilmez olduklarını her zaman gösteriyorlar.

İspanya'da bunlar kıyıma uğrarken 2. Bayezid, gönderdiği gemilerle kurtarıyor bunları; sonra başımıza bela oluyorlar. Daha sonra Hitler, bunları katlederken Türkiye bunlara kapılarını açıyor, yine başımıza bela oluyorlar.

Yine şımarıklığın zirvesindeler, yine dünyayı ateşe veriyorlar. Ancak yine kendi sonlarını hazırlıyorlar ve yine yaktıkları ateşte kendileri yanacak!..

Ancak biz Müslümanlar, onlara hak ettikleri hâlde aynı zulmü yapmayacağız, şu anda destek gördükleri Avrupa'nın onlara yaptıkları katliamları da yapmayacağız. Biz sadece onların yaptığı zulme engel olacağız ama şu anda onları destekler gibi görünen Batı ve ABD, yakın zamanda göreceksiniz ki bunları yine katledecek yine onlar eliyle soykırıma uğrayacaklar.

"Yokuşlar kaybolur, çıkarız düze
Kavuşuruz sonu gelmez gündüze
Sapan taşlarının yanında füze
Başka âlemlerle farkımız bizim"

Üstad Necip Fazıl böyle demiş. Bu yokuşlar elbette kaybolacak, biz Müslümanlar düze çıkacağız; gündüzler, aydınlık günler bizi bekliyor. Ancak bu lanetli kavim için tehlike çanları çalmaya başlamıştır. Birileri bu söylemlerimizi çok hamasi bulabilir ama biz böyle iman ediyoruz ve biliyoruz ki iman varsa imkân da vardır.

Bizim bir sapan taşımız bile onların korkudan ölmesi için yeterli oluyor. Bir çocuğu bile gözaltına alırken 20-30 tane tam teçhizatlı askerle çocuğun gözlerini bağlayarak gözaltına alabiliyorlar. Onda da gözlerindeki korku aleni görülüyor.

Yaptıkları bu zulüm onların sonu olacak. Korkularında boğulup yok olacaklar ve onlar da bunun farkında!..

İlk kıblemiz Kudüs, şimdi tüm Müslümanlar’a küs

Kudüs, ilk kıblemiz!.. Peygamberimizin Mirac'a yükseldiği şehir!.. Müslümanların Mekke ve Medine'den sonra en çok değer verdiği üçüncü şehir!.. Ancak gelin görün ki bu kadar kıymet verdiğimiz, uğruna şiirler yazdığımız kutsal şehir uzun yıllardır işgal altında!.. Şimdi de büyük şeytanın küçük şeytana hediye olarak sunduğu ve elimizden tamamen çıkma tehlikesiyle karşı karşıya olan bir şehir!..

“Kudüs, bir sınav kâğıdı her Mü’min kulun önünde…” demiş yıllar önce Cahit Zarifoğlu... Maalesef ki 1,8 milyarlık İslam Âlemi bu sınav kâğıdından hep kötü not alıyor yıllardır.

"Allah’ın evi esaret altındayken, Selahaddin nasıl kendi evinde yatar?" demişti büyük komutan Selahaddin Eyyûbî... Biz Müslümanlar öyle bir yatıyoruz ki ölüm uykusundayız hem de!.. Ne zaman uyanmaya kalksak bizi uyutacak bir yöntem buluyor küffar!..

Yavaş yavaş alıştırdılar bizi Kudüs'ün yokluğuna, Filistin'in işgaline, Mescid-i Aksa'nın elimizden kayıp gitmesine!..

"Önce yüreklerimizdeki Kudüs’ü işgal ettiler. Biz savaşı önce kendimizde kaybettik." demiş yine Cahit Zarifoğlu!..

Sinsi sinsi, aşama aşama ç/aldılar Filistin'i bizden!.. Uyuttular, uyuşturdular bizleri!..

"Mekke iddiamız, Medine davamız, Kudüs bitmeyen duamız; İstanbul son durağımız, son sığınağımız, koruyucu kalkanımızdır. İstanbul Kudüs’ündür, Kudüs İstanbul’un... Şam ve Bosna, Üsküp ve Kudüs emanettir bize. Emanetine sahip çık ey Türkiye!.. Ey Müslümanlar!.. Kudüslü bacılarım kadar dik durun. Dik durun ki dünya Müslüman’ın ne olduğunu öğrensin artık. Kudüs’ü savunmak, gerçek bağımsızlığı savunmaktır." demişti Üstad Nuri Pakdil!.. Ve arkasından eklemiş, "İmanımdan vazgeçmedikçe, Kudüs’ten vazgeçemem!.."

Bize ne oldu? Kudüs mü önemini yitirdi, biz mi imanımızdan vazgeçtik?
Hayır, ne Kudüs önemini yitirdi ne biz imanımızdan vazgeçtik!.. Üzerimizdeki ölü toprağını elbette atacağız, elbette kalkacağız ayağa.

"Biz Müslümanlar için mübarek beldelerimizi korumak imkân değil, iman meselesidir." diyor ya Cumhurbaşkanımız. Belki imkânımız kıttır ama şuna imanımız tamdır: Erbakan Hocamızın, "Bir gün gelecek İsrail’e öyle bir tokat atacağız ki bütün hayatı gözlerinin önünden GAZZE ŞERİDİ gibi geçecek!.." dediği günler yaklaşıyor inşallah!..

"Eğer Amerika, İsrail’i bu kadar çok seviyorsa Güney Amerika’da yer versin. Müslüman topraklarında İsrail’in yeri olamaz." demişti yine Erbakan Hocamız!..

Söküp atacağız topraklarımızdaki bu ayrık otlarını, kalbimizdeki bu hançeri inşallah!..

Ayağa kalktığımız gün hiçbir güç önümüzde duramayacak, bir sel olup İsrail'i de Amerika'yı da onlarla işbirliği yapıp iş tutan Müslüman görünümlü tüm münafıkları da söküp atacağız İslam coğrafyasından!..
"Yıkılasın İsrail, enkazını göreyim; sana ülke diyenin, yüzüne tüküreyim!.." demiş ya Necip Fazıl üstad!..

İnşallah tez zamanda hem İsrail'in enkazını göreceğiz hem de İsrail'le iş tutan Arap dünyasının işbirlikçi yönetimlerinin yüzüne tüküreceğiz!..

İşte o gün İsrail de bitecek tüm Batı/l da bitecek, onları destekleyenler de bitecek!..

İlk kıblemiz Kudüs, Şimdi tüm Müslümanlara küs belki ama yakında bağrına basacak bizi, yeniden barışacak bizimle!..

Müslümanlıkla yoğrulan bu yurdu Münafık FETÖ’cüler ve üç beş ABD uşağıyla imtihan etme Allah'ım

"Ülkemizin üç tarafı denizlerle dört tarafı hainlerle çevrilidir." sözü, tarihte hiç bu kadar gerçeği yansıtmamıştır sanırım!..

Malumunuz olduğu üzere ülkemize yönelik kumpas olduğu aşikâr olan bir dava görülüyor ABD'de. Aslında dava yok ortada acemice sergilenen bir tiyatro var ama bu kötü tiyatronun yerli görünümlü hain seyircileri var.

Bu kötü tiyatronun kötü seyircileri, ellerini ovuşturarak bekliyorlar oradan paylarına düşebilecek bir parça kemiği!.. Salyaları akıyor o kemiği düşündükçe!.. Ülkemizi ve milletimizi zor durumda bırakacak bir sonuç çıkması için kemik duasında hepsi!..

"köpeğin duası kabul olsa gökten kemik yağardı." ve "köpekler istedi diye atlar ölmez."

Sözleri, tam da bu kişi/liksiz/ler için söylenmiş sanki!..

İçeriden hainler, dışarıdan kefereler, sağdan soldan münafıklar, ne kadar uğraşıra uğraşsın ülkemize zerre miskal zarar veremeyecekler.

Düşünün Türkiye'de rüşvet verdiği söylenen bir iş adamı, ABD'de yargılanıyor; bir bankamızın genel müdür yardımcısı burada rehin tutuluyor!..

Normalde bu topraklarda yetişmiş herkesin böyle bir durum karşısında birlik olup içeride ne kadar sorunu olursa olsun dışarıya karşı yekvücut olması beklenir. Vatanperverlik, ülkesini sevmek, vatandaşlık bilinci bunu gerektirir!..

Ancak bizdeki muhalif görünümlü hainler, ne yapıyor? Tamamen kurgu olan, ülkemize ve devlet yöneticilerimize kumpas olduğu aşikâr olan bu davada ABD'nin, FETÖ'nün, dış mihrakların borazanlığını yapıyorlar!..

Ana muhalefet partisinin genel başkan yardımcısı, alman televizyonuna "Reza Zarrab'ın söyledikleri gerçek, hükûmet istifa etmelidir!.." diyor.

Abdullah Gül'ün deyimiyle söylersek "insan hayret ediyor." gerçekten. Ahmet Davutoğlu'nun söylemiyle "sabrımızı test etmeye kalkmasın hiç kimse!.." demeliyiz. Çünkü bu hainlerin ihanetlerini bu kadar açıktan yapmasının pek sabredecek tarafı kalmadı.

Devletimiz, devlet yöneticilerimiz, savcılarımız, hâkimlerimiz hemen harekete geçmeli!.. Öncelikle içerideki hainlere göz açtırmadan onları ıslah etmek için "Medres-İ Yusufiye"de koruma altına almalı!..

Dışarıdaki hainleri de mit vasıtasıyla ülkemize, milletimize ihanet edemeyecek bir duruma getirmelidir. Bunların ibretlik sonunu gören hain ruhlular da bir daha ihanete kalkışamamalıdır.

Sonrasında ise Suriye’deki PYD, YPG teröristlerine silah sağlayan tüm ABD'liler tespit edilip cesur savcılar tarafından haklarında işlem başlatılıp mit vasıtasıyla vatansever hâkimlerin önüne çıkarılıp içeri tıkılmalıdır. Büyük devlet olmak iddiasındaysak bu misillemeyi yapabilmeliyiz.

ABD'deki uyduruk davanın belgelerini uyduran ve bu davaları takip eden Emre Uslu, Adem Yavuz Arslan gibi FETÖ şarlatanlarına da artık mit eliyle dokunulabilmeli!.. Bu kadar rahat hareket edememeli bu hain, yavşak, şarlatan röntgenciler!..

Rabbim, sen bir an önce içerideki hainlerden, dışarıdaki düşmanlardan, Müslüman görünümlü münafıklardan kurtulup ümmet-i Muhammed’in umudu olmayı sürdürüp İslam âleminin kuruluşuna vesile olmayı bize nasip eyle!..

Müslümanlık’la yoğrulan bu yurdu münafık FETÖ’cüler ve üç beş ABD uşağıyla imtihan etme Allah'ım!..

3 Aralık 2017 Pazar

CHP'ye başkan olmak istiyorum, her şey CHP için



Ey vefalı, sadık ama saplantılı CHP'liler!..


İçinde bulunduğunuz durumu; ülke, millet aleyhine yaptıklarınızı gördükçe içim acıyor. Aklıselimle düşünseniz sizin de içinizin acıyacağından ve "Ben bu partiye nasıl destek verebiliyorum?"diyeceğinizden eminim.


Sizi bu durumdan kurtarmak ve gönül rahatlığıyla destekleyeceğiniz bir CHP ortaya çıkarmak için kendimi feda etmeye hazırım.


Kendimi bir CHP'li olarak düşününce ben bile kendimden uzaklaştım; dostlarımın, çevremin, beni tanıyanların da anında benden uzaklaşacaklarından eminim ama mesele ülke ve millet menfaati olunca elimi taşın altına koymaya karar verdim.


Beni CHP genel başkanı seçtiğiniz takdirde sizi iktidara taşıyacak formüllerimi tek tek sıralıyorum:
Geçmişte millet aleyhine yapılan tüm uygulamalar için milletten samimi bir şekilde özür dileyip milletin inançlarına, değerlerine verdiğimiz tahribat için önce Hak'tan sonra halktan af dileyip nasuh tövbesi edip inanç ve değerlerin inşası için her türlü fedakârlığı göstereceğimize söz vereceğim.
Yasakladığımız Kur'an, Türkçeleştirip ucubeye çevirdiğimiz ezan; ahıra çevirdiğimiz, yaktığımız, yıktığımız, sattığımız cami, dergâh, vakıflar için pişmanlığımızı ifade edip başta Ayasofya olmak üzere müzeye çevirip canına okuduğumuz camilerin açılması, sattığımız camilerin iadesi amacıyla yasa teklifleri verip yaktığımız ve yıktığımız camilerin yeniden inşası için milletin parasıyla kurulup partimizin zimmetine geçirilen bankanın paralarını kullanacağız ve bankanın gerçek sahibi olan millete iadesini sağlayacağız.
Astığımız Başbakan ve bakanlar için, uyduruk bir Şapka Kanunu bahanesiyle darağaçlarında sallandırdığımız suçsuz, bîgünah hakikat önderleri, Hak yolu yolcuları (İskilipli Atıflar, Şallı Bacılar vb.) için tüm Türkiye'den özür dileyeceğim.
1960'tan günümüze darbe ve darbe girişimlerine verdiğimiz destekten dolayı kıvırmadan, "ama, fakat, lakin" demeden pişmanlığımızı bildireceğim.
Özellikle 28 Şubat'ta mağduriyetlerine sebep olduğumuz insanların mağduriyetlerinin giderilmesi, uğradıkları maddi ve manevi zararların tazmin edilmesi için acil adımlar atacağız; bir daha böyle bir şeye sebep olmayacağımızı, sebep olmaya yeltenen densizlerle de mücadele edeceğimizi kamuoyuna deklare edeceğiz.
Muhalefetimizi sadece ülkenin daha güzel günlere ulaşması için yapacağımızı, ecnebilere karşı her zaman ülkemizi yönetenlerin yanında yer alacağımızı, birlik ve beraberliğimize halel getirmeyeceğimizi, vatanımıza ihanet edenlere arka çıkmayacağımızı, milletle ve değerleriyle sorunu olanlara partimizde asla yer vermeyeceğimizi taahhüt edeceğim.
Son olarak, bizi desteklemeyen milletimizi hiçbir seçimden sonra küçümseyip aşağılamayacağımızı ve asla milletin tercihlerini tartışmaya açmayacağımızı ilan edeceğim.


Bunları yapmanıza asla müsaade etmezler ve sizin başkanlığınız hayal mi dediniz?


O hâlde CHP'nin de milletle barışması ve iktidar olması mümkünsüz bir hayal, uyanılması imkânsız bir rüya!..


Neyse bu yazdıklarım, beni başkan seçmenize yetmese de bu vaatlerle milletin karşısına çıkacak, misyonu Hak ve halkın rızası olacak bir başkan adayı çıkmasına vesile olur belki!..


Allah'tan umut kesilmez!.. Selam ve dua ile!..

Aşk olsun, aşksız olmaz

Aşk nedir? Aşkı sevgiden ayıran nedir?

Aşk, sevginin küpşümüş hâli midir?

Yapabilen var mı aşk denen şeyin tanımını?

Her tutku aşk mıdır?

Sevda mı, aşk mı daha iyi ifade eder insandaki tutkuyu?

Aşk, âşık, maşuk kavramları ne anlama geliyordu, şimdi ne anlamlar yüklendi?

Aşk nedir, âşık kimdir, maşuk ne anlama gelir?

Ne kadar çok aşk var, herkes âşık, herkes en âlâsından maşuk!.. Herkes aşk adamı, herkes aşk kadını!..

Küçük bir problem var: Hiçbir âşık ilelebet sürdüremiyor aşkını, maşukuyla hem dem olup onda yok olamıyor; hiçbir maşuk yok ki âşığına sadık olup ona bende olsun, hiçbir aşk yok ki dimağlarda uzun süre yer etsin!..

Teknoloji çağında, ışık hızındayız ya aşkların da ne zaman başlayıp ne zaman bittiğini anlayamıyoruz!..

Televizyonlar, gazeteler, haber siteleri hep aynı iğrenç haberleri veriyor, hep aynı kokuşmuşluğu gündemde tutuyor:

"Filan kişi falanla yaşadığı aşkı bitirdi, falanla aşk yaşamaya başladı." Aşk, aşk yaşamak, aşkı bitirmek!..

Kendi âşık değil, karşıdaki maşuk değil, yaşadığı aşk değil, bitirdiği ise aşk değil!.. Kendisi hayvani nefsini tatmin etmekten öte bir şey bilmeyen zavallı, karşısındaki bu işe gönüllü bir pespaye, bitirdiği ise insanlığı... Bunun adı aşk değil, çok başka bir şey!..

Günümüzün sorunu aşksızlık!.. Aşkımızı kaybettik!..

Hiçbir şeye aşkla bağlanamıyoruz, hiçbir şeyi aşkla yapamıyoruz!..

Günümüz kadını ya da erkeğinin karşısındakine beslediği duygu aşk olmadığı için arzularını tatmin edince aşk(!) bitiyor. Yeni aşklara(!) yelken açıyor!..

Öğrenciysek dersimize, okulumuza aşkla bağlanamıyoruz!..

Öğretmensek öğrencimize, mesleğimize aşkla bağlı değiliz!..

Çalışansak işimizi aşkla yapmıyoruz!..

Ülkemize aşkla bağlı değiliz, insanları aşkla sevemiyoruz.

Ailemize, çocuklarımıza aşkla bağlanamıyoruz.

İbadetlerimizde bile aşk yok!.. Aşkla kılınan namaz, aşkla tutulan oruç, aşkla yapılan zikir bizi kötülerden, kötülüklerden uzak tutmalı!.. Tutmuyorsa kıldığımız namaz değil, tuttuğumuz oruç değil, çektiğimiz zikir değil!.. Ama bakıyoruz ki hem bunları yapıyoruz hem dünyaya tapıyoruz!.. Ortada büyük bir çelişki var!..

Aşk ile yapılan her şeyin nihayeti güzel olur, aşk olmayan hiçbir şeyin ise değeri olmaz.

Fuzuli, "Aşk imiş her ne var âlemde, ilim bir kıyl ü kâl imiş ancak" der. Yani, dünyada her ne var ise kaynağı aşktır, ilim ise -içinde aşk yoksa- boş bir iştir, der.

Yine Fuzuli, "Ya Rab, bela-yı aşk ile kıl âşina beni / Bir dem belâ-yı aşktan etme cüda beni"derken Allah'tan kendisini aşkla tanıştırmasını ve aşk belasından uzak tutmamasını ister.

Yine Fuzuli, "Yar için ağyara minnet ettiğim aybeyleme / Bağban bir gül için bin hâre hizmetkâr olur" der.

Şimdi kimse yok ki sevdiği, aşkı için ayıplamalara, sıkıntılara katlansın. İlk zorlukta terk etmek varken kim âşık olduğunun kahrını çeker, ayrılıp yeni aşklara yelken açmak varken kim aşkta vefa arar.

Yunus emre ise,

"Aşkın pazarında canlar satılır,

Satarım canımı, alan bulunmaz,

Yunus öldü deyu sela verirler,

Ölen beden imiş, âşıklar ölmez" der.

Bundan dolayı Ferhat ve Şirin öldü, aşkları yaşıyor; Leyla ve Mecnun öldü, aşkları baki; Arzu ile Kanber öldü, aşkları hayatta...

Aşk olsun!.. Aşkınız ziyade olsun!.. Aşkla kalın efendim!..

Adı Nur, kendisi baştan sona kusur

Allah yolunda canını feda eden bir Müslüman'a şehit denir.

"Şehit; nefsini Allah’a satıp, Allah (cc) yolunda savaşandır!"

“Allah (cc) yolunda öldürülen şehittir. Allah (cc) yolunda ölen şehittir.” (Müslim)

TDK Sözlüğü'ne "şehit" yazınca ise "kutsal bir ülkü veya inanç uğrunda ölen kimse" diyor.

Bizde de vatan kutsaldır; vatanı korumak, vatan için mücadele etmek kutsaldır. Dolayısıyla vatanı, milleti, devleti için mücadele edip ölenler de şehittir.

“En şerefli ölüm, şehit olarak ölmektir.”

Ebu Hureyre'nin (ra) aktardığına göre, Peygamberimiz (sav) “Muhammed’in nefsi kudret elinde olan Zat-ı Zülcelal’e kasem olsun; Allah (cc)yolunda gazaya çıkıp öldürülmeyi, sonra tekrar hayat bulup gazada tekrar öldürülmeyi, sonra tekrar gazaya çıkıp öldürülmeyi ne kadar isterim.” (Buhari) buyuruyor.

Yani şehitlik makamı, öyle bir makam ki Allah'ın peygamberi bile o makama erişmeyi can-ı gönülden istiyor.

Bizler bu topraklarda, ülkemizde huzurlu ve güvende olalım, rahat uyuyalım diye ana kuzuları şehit oluyor.

Kimisi henüz nişanlanmış, kimisi yeni baba olmuş; kimisi yolu dört gözle beklenen, ailesinin tek umudu, tek evladı... Ancak vatanı, milleti, devleti için geride bıraktıklarını bir saniye düşünmeden şehadete koşmuşlar!..

Onlar şehit, bizler de onların şehadetine şahit!..

Onları gıptayla izliyoruz, elde ettikleri makamı kıskanmıyoruz desek doğru olmaz!..

Ancak bu şehitlerimiz sayesinde huzur ve güven içinde yaşayan, ticaretini yapan, milletin sırtından geçinen, üç kuruşa mal ettiği bir kıyafeti üç milyona satan bir terzi, kalkıp kendine şehitlerimiz olduğuna dair verilen habere vefasız, düşüncesiz, vurdumduymaz bir şekilde cevap veriyor hatta tepki gösteriyor.

"Ne yapayım Allah Allah, şehitler mehitler aman yeter!" diyor.

Orada oturduğu koltuğu, rahat yaşadığı evini, lüks ve şatafat içinde sürdürdüğü hayatını o şehitlere borçlu olduğunu bilmiyor. Bilmiyor demek yanlış oldu, biliyor da önemsemiyor.

Gelen tepkiler üzerine ise garabet bir açıklama yayımlıyor. Yaptığı açıklama ise neresinden tutarsan tut, elinde kalıyor.

Ne demiş? "Benim hayata bakışımı, duruşumu beni uzaktan yakından tanıyan herkes bilir. Ucuz bir yanıltma taktiğiyle beni tüm sevenlerimin gözünde karalamaya çalışan kötü ruhlar asla sevinmesinler çünkü ben o kalıplara sığdırılamayacak kadar büyük yüreği olan bir kadınım... Benim ülkeme, vatanıma, bayrağıma saygımı ve minnetimi karalamaya kimsenin gücü yetmez. Allah ıslah etsin onları diyorum ve takdiri siz değerli kamuoyuna bırakıyorum. Saygılarımla."demiş.

Ah, ne kadar üzüldük sana yapılan haksızlığa!.. Kesinlikle sana karşı algı operasyonu yapılıyor, sen aslında bunları söyleyecek biri değilsin!.. Sen ki o şehitler için gece gündüz gözyaşı dökersin, uykuların kaçar, gecen gündüze karışır!.. Tabii ki ıslah olması gereken sen değilsin, sana karşı bu algı operasyonun yapanlar ıslah olmalı!..

Adı Nur, sanı kusur!.. Adı Nur, kendisi baştan sona kusur!..

Kendi rahat etsin diye şehadete kavuşanlar için üç beş dakika da olsa rahatına kıyamayanlara akıl, vicdan, merhamet versin Allah'ım!..

Söyleyecek çok şey var ama...

Siz tüm şehitlerimiz için birer Fatiha okuyuverin lütfen!..

Öğretmenler Günü kutlamak da ne oluyor, öğretmenlere gününü göstermek lazım!

Yine bir 24 Kasım, yeni bir 24 Kasım geliyor.

Öğretmenlerimizi seven ne kadar çok insan var. Öğretmelerimizin işini kolaylaştırmak için herkes seferber olmuş.

Herkes öğretmen aşığı... Herkes öğretmenin ne kadar kutsal bir iş yaptığını, ne kadar fedakârane çalıştığını ve hak ettiği değeri görmediğini söyleme yarışında...

Herkes, eski öğretmenlerini hatırlayıp farklı bir şekilde gündem olma derdinde!..

Bürokratından vekiline, genel müdüründen bakanına, valisinden başbakanına herkes bulursa eski bir öğretmeninin -medya önünde olmak koşuluyla- elini öpme ve ona övgüler dizme derdinde!..

Tüm şirketler, AVM'ler, bankalar, kurumlar öğretmene olan sevgisini gösterme ve pozitif ayrımcılık yapma telaşında...

Herkes öğretmeni anlama konusunda ne kadar da istekli, öğretmenin çektiği sıkıntıların farkında, öğretmenin daha verimli çalışabilmesi için bir şeyler yapılması gerektiği konusunda hemfikir!..

Öğretmenin yaptığı işe karşılık aldığı ücretin yetersizliği hatta komik olduğu fikrinde olmayan yok gibi... Yaptıkları iş, peygamberlik mesleği sonuçta; çok kutsal bir görev ifa ediyorlar. "Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum." diyen Hz. Ali (ra) ne kadar da doğru konuşmuş. O zaman öğretmenin maaşına zamla başlayıp çalışma şartları düzeltilmeli, öğretmenliğin itibarı artırılmalı, öğretmenlerimizin daha verimli çalışabilmesi için her şey yapılmalı!.. Bla bla bla...

Ancak 24 Kasım geçtikten sonra durumlar, algılar, fikirler bir anda değişiyor. Yılda bir kez övgü alan öğretmenler için başlıyor yergi yarışı...

Eğitimle ilgili sorun mu yaşanıyor? Tek sorumlusu öğretmendir ve eğitimi düzeltmek denilince akla öğretmeni düzeltmek geliyor.

Bilmem şu kadar maaş alıyorlar ama yan gelip yatıyorlar!..

Eğitimden ve öğrencinin dilinden anlamıyorlar, işlerini düzgün yapmıyorlar. Şu öğretmenlere işini nasıl yapması gerektiği öğretilmeli...

Öğretmeni hizaya getirmenin yolları bulunmalı... Öğretmenin not verdiği kişiler de öğretmene not vermeli!..

Bir şikâyet olduğunda öğretmen hemen açığa alınabilmeli, şikâyet edenin art niyetli olup olmadığına bakılmaksızın şikâyet edilen öğretmen hakkında işlem yapılmalı... Öğretmen, peşinen suçlu ilan edilip onun da bir itibarı var mı, çevresine karşı rezil olacak mı, hayatı kararır mı diye düşünülmemeli...

Diğer memuriyetler için düşünülmeyen, teklif dahi edilemeyen pozisyonlar, kurallar, sınırlandırmalar öğretmenler için uygulanabilir. Sözleşmeli öğretmen olsun, sözleşme Demokles'in kılıcı gibi başında sallansın!.. Hiçbir şeye sesini çıkaramayacak şekilde şartları düzenlensin!.. Hatta devlet bile maaşından tırtıklasın, ek dersinden kessin, eğitim ödeneğinden kessin!.. Devlet bile öğretmenini korumayıp öğretmenini kollamazsa özel sektöre, her şeye kapitalist anlayışla yaklaşanlara ne diyeceksiniz?

Bence ortada ne günü kutlanacak bir meslek ne de günü kutlanacak bir meslek erbabı var!.. Öğretmenler günü kutlamak da ne oluyor, öğretmenlere gününü göstermek lazım!..

Ama memnun olacaksanız yine de kutlayayım kutsal(!) gününüzü!..

Öğretmenler Günü'nüz kutlu olsun!..

Devletimizi Kim Yönetiyor, Kararları Kim Alıyor?

Köklü bir devlet geleneğimiz var ve haklı olarak bununla övünüyoruz.

Çok zorlu süreçlerden, felaketlerden, büyük sıkıntılardan alnımızın akıyla çıkabiliyoruz hamdolsun!..

Fransa gibi bir ülkede orta ölçekli bir terör saldırısı sonrasında aylarca OHAL ilan ediliyor, ülke aylarca şoktan çıkamıyor. Biz ise sürekli terör saldırılarına maruz kalıyoruz, sayamadığımız kadar terör örgütüyle ve terör destekçisi ülkeyle mücadele ediyoruz.

Yetmiyor, içimizdeki tasmalı hainlerin dışarıdaki sahiplerinin talimatıyla yapmaya çalıştığı darbelerden -15 Temmuz Darbe Girişimi- kurtuluyoruz. Bütün bunlara rağmen normal hayatımıza devam ediyoruz.

İçimizdeki gâvurların post-modern darbe yapıp milletin inancına, değerlerine savaş açtığı ve "Bin yıl sürecek!.." dedikleri 28 Şubat gibi lain süreci on yıl gibi kısa bir sürede neredeyse bitiriyoruz.

Hamdolsun ki fırtınalı günlerde okyanusu geçmeyi başarıyoruz da her şeyin yolunda gittiği, tüm şartların lehimize olduğu zamanlarda küçük su birikintilerinde boğulma tehlikelerine maruz kalıyoruz.

Yaşanan bazı olaylara, maruz kaldığımız bazı olumsuzluklara, devletin müdahale etmekte yetersiz kaldığını düşündüğümüz bazı saçmalıklara baktığımızda isyan etme noktasına geliyoruz.

Neler oluyor, nereye gidiyoruz, bizi kimler yönet/em/iyor, bazı kararları kim alıyor ya da alamıyor?

Suçlular, geçmişin sabıkalıları, millet düşmanları, millet lehine olan konularda seslerini öyle yükseltiyorlar ki hem suçluluklarını unutturuyorlar hem de millet lehine olan uygulamalarda geri adım attırıyorlar.

Tokat'ta bir okula isim verme olayı da tam bir acziyet göstergesi... Okula "Mustafa Sabri Efendi" ismi veriliyor patronu firari ve tescilli FETÖ’cü olan sol görünümlü FETÖ’cü gazete, "Atatürk düşmanının ismi okula verildi!" diye haber yapıyor ve bizim devlet yetkilileri, anında okulun ismini değiştiriyor.

Haberin sorunlu olmasına mı, haberi yapanların kimlik/sizlik/lerine mi, düşünmeden karar alanlara mı, yoksa aldıkları kararın arkasında duramamalarına mı yanalım?

Televizyonlardan güya evlilik programları kalktı... Ama mevcut programlar da en az onlar kadar iğrenç... Milletin değerlerine, inançlarına, ahlakına bilinçli bir saldırı var ve devlet kurumları ve yetkilileri, maalesef ki bu konuda çok pasif ve duyarsız. Ne kadar çarpık ilişki, ahlaksızlık varsa TV programları yoluyla özellikle gündeme getirilip normalleştiriliyor. Bu konuda devletimiz, bu kadar mı çaresiz, bu milleti ve değerlerini bu hükûmet ve devlet korumayacaksa kim koruyacak?

Yine aşırı laik gazetenin, aşırı laik yazarlarından biri ensest ilişki sonrası yakalanınca densizin biri, "Türkiye'de ensest ilişki oranı %40" diye tweeti atıyor. Bu, tamamen olayı normalleştirmek için atılmış bir adımdır. Devlet, bunun hesabını neden sormaz? Böyle bir ahlaksızlığın milletin neredeyse yarısının sorunu olduğunu iddia eden, ya iddiasını somut verilerle ispat etmeli ya da cezasını çekmelidir!..

Yazacak daha çok şey var da yerimiz bitti... Daha sonra bu konulara devam edelim inşallah...

Devletimiz ve devlet yöneticilerimiz, milletimizi ve değerlerini koruma konusunda daha duyarlı olmalı ve milletimize ve değerlerine kastedenlere karşı acımasız olmalıdır!..

15 Kasım 2017 Çarşamba

“...İnna Lillahi ve İnna İleyhi Raci'un...”

(Güzel insan Hasan Aydın kardeşimizin ardından...)

Ölüm!.. Zihinlerimizden uzak tuttuğumuz, kendimize, yakınlarımıza, dostlarımıza yakıştıramadığımız ölüm!.. Hiç ummadığımız bir anda Allah bize hatırlatır, ölümün her an peşimizde olduğunu!..

Hep başkalarının öleceğini sanırken bir yakınımızı, bir dostumuzu, bir kardeşimizi kaybettiğimizde ölümün soğuk yüzüyle karşılaşırız.

Hâlbuki yapacak o kadar işimiz vardır ki... Planlarımız vardır hayata dair, gerçekleştirmeyi düşündüğümüz hayallerimiz vardır!..

Arsa, borsa, parsa peşindeyizdir!..

O kadar meşgulüzdür ki dünya ile dünyalık işlerle!.. Ölmeye bile vaktimiz yoktur!..

Sevdiklerimize vakit ayıramayız, büyüklerimizi arayıp soramayız, hastalarımızı ziyaret edemeyiz, ihtiyaç sahiplerinin yardımına koşamayız, düşkünleri kaldıramayız!.. Çünkü hep daha önemli işlerimiz vardır; hep bir yerlere yetişme, bir şeyleri yetiştirme telaşındayızdır!..

Yine böyle bir anımızda, gaflet içindeyken aldık Hasan AYDIN kardeşimizin, dostumuzun vefat haberini!..

Hâlbuki dokuz ay öncesine kadar beraber futbol oynuyor, geziyor, programlar yapıyorduk!..

Bir anda hasta olduğu haberini verdi bize... Sonra ilik kanseri olduğunu öğrendik... Uygun ilik bulunup ilik nakli yapıldı!..

İyileşecekti, ziyaretine gidecektik!.. Köyünde bize cağ kebabı yapacaktı... Hastalık sürecini konuşacaktık, bir imtihanı nasıl atlattığını anlatacaktı bize...

Ama olmadı... 10 Kasım gecesi vefat haberini aldık!.. İnanamadık, yıkıldık!..

Köyüne yine gittik, ama ne bize cağ kebabı yaptı ne köyünü gezdirdi ne de hastalık sürecini anlatabildi!.. Bizde de dinleyecek takat kalmamıştı zaten!..

11 Kasım'da öğle namazını müteakiben cenaze namazını kıldık!.. Defnettik Oltu'nun Sarısaz köyüne...

Toprağa Hasan kardeşimi koymadık; yüreğimizi koyduk, canımızdan bir parça koyduk!..

Onu hastaneye yolladıktan sonra " Kalbimizdesin Dadaş..." demiştik!.. Sadece kalbimizde kal dememiştik ki!.. Hep aramıza dönecek umuduyla beklemiştik!..

Güzel insandı!.. Varlığı huzur, yokluğun hüzün sebebiydi!.. Şimdi hep hüzün!..

Bir sıkıntımız olsa sırtımızı gözü kapalı ona dayayabilir, kırılsak rahatça gönül koyabilirdik!.. Bilirdik ki gönül adamıdır, gönül adamları gönül almasını iyi bilir!..

Bizi deni dünyanın deni meşgaleleri ile baş başa bırakıp gitti!.. Geride bizim gibi gözü yaşlı dostlar, kardeşler bıraktı!.. İki güzel evlat, kendisine hayat yoldaşı olmayı başarmış saliha bir hanımefendi bıraktı!.. Gidişiyle yüreğimizi yaktı!..

Ancak Müslüman kardeşleri olarak imanına, ihlasına, insaniyetine şahit bıraktı bizleri!..

Biz de Üstad Necip Fazıl'da bulduk teselliyi:

Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber...
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber?
Öleceğiz müjdeler olsun, müjdeler olsun!..
Ölümü de öldüren Rabbe secdeler olsun!..

Yine Erdem Beyazıd'ın,

Ölüm bize ne uzak, bize ne yakın ölüm;
Ölümsüzlüğü tattık, bize ne yapsın ölüm...

dizesini mırıldandık arkasından!..

Biz senden razıydık, Rabbimiz de razı olsun!.. Mekânın Cennet olsun güzel insan!..

Rabbim, başta hayat yoldaşın hanımefendi olmak üzere, iki evladına, anne-babana, kardeşlerine ve biz sevenlerine sabır versin!..

Evlatlarını salih ve salihalardan, mücahid ve micahidelerden eylesin!..

Hasan Aydın kardeşimize, dostumuza bir Fatiha lütfen!..

10 Kasım, bitmeyen yasım

10 Kasım gelince siz ne düşünürsünüz bilmem ama benim içimi derin bir hüzün kaplar.

O gün kaybedilen büyük bir değeri, büyük bir şahsiyeti anmadan geçemem 10 Kasım gelince!..

Onun değerini yeterince anlayamamış olmamız ve Türk siyasetinde hak ettiği yere gelememiş olması hep üzüntüye boğmuştur beni. Bu insanın değerini yeterince anlaşılamamış olduğunu düşünür ve hayıflanırım kendi kendime!..

Hâlbuki inancıyla, duruşuyla, kişiliğiyle, kimseye minnet etmemesi ve eyvallahı olmamasıyla saygıyı, hürmeti, vefayı fazlasıyla hak ediyor bu güzel insan!..

Hayatı mücadeleyle geçmiştir, çile çekmiştir, zulme uğramıştır, yıldırma politikası uygulanarak mahkemelerde süründürülmüştür.

Kendisi için değil, milleti ve devleti için mücadele vermiştir. Milletin felahı, devletin bekası için bedel ödemekten çekinmemiştir. İnandığı gibi yaşamış, yaşadığı gibi inanmıştır.

Kendi okulu olan Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi hakkında yazmış olduğu birkaç yazı sebebiyle yargılandığı mahkemede aşağıdaki savunmayı yapmıştır:

"İşte huzurunuzdayım. Suçluyum, çünkü doğruyu söyledim, çünkü haykırdım, çünkü hemen tamamlamak üzere bulunduğum fakültenin diplomasını istihfaf ederek (küçümseyerek, hafife alarak) istikbalimi mahvederek bu yazıları yazdım. Ben vazifemi yaptım; müsterihim, huzur içindeyim. Ben garip bir adamım, mukadderse hapiste de yatabilirim. Mahkûm olmam, benim hapse girmem mesele değil!.. Ben hakikatin kurtulmasını; Hakk'ın, adaletin tecellisini istiyorum. Fakültenin muhterem avukatı, müvekkilinin âlicenap davranarak tazminat davası açmadığını söylüyor. Zaten açmış olsaydı ne alabilecekti, neyim vardı? Çok şükür, Allah'ımdan başka hiçbir şeyim ve kimsem yoktur. Alnım hiçbir fesat ocağında kararmamış, elim hiçbir harama uzanmamıştır. Alınları kara olanlar, elleri harama uzananlar, kötü niyetliler, şer kuvvetler, kirli ayaklar; Allah'a, millete, vatana koşanların yolları üzerinde dikilmiş bulunuyorlar. Bunların yüzüne sadece tükürüyorum."

Duruşa bakın, asalete dikkat kesilin, cesareti görün, imana ve tevekküle şahit olun!..

Doğruları söylemeyi kendine vazife bilmiş. Karşılığında da gelecek her türlü ezaya, cezaya, sıkıntıya "Eyvallah!.." diyor. "Ben hakikatin kurtulmasını; Hakk'ın, adaletin tecellisini istiyorum." diyor ve bunun için hapse girecek olmayı zerre kadar önemsemiyor.

"Çok şükür, Allah'ımdan başka hiçbir şeyim ve kimsem yoktur."diyerek bu cesareti, iman kuvvetini nereden aldığını ifade ediyor.

Allah'ından başka hiçbir şeyi ve kimsesi olmayan, neye ve kime ihtiyaç duyar ki?

Okulu bitmek üzere, bitirse rahata erecek belki... İyi bir işi, makamı ve mevkisi olacak... Ama o ne yapıyor? Diploma alamayacağını, yargılanacağını, hapse gireceğini bile bile Hakk'ı haykırıyor. Hak bildiği yoldan dönmüyor. İnandıklarını söylemekten çekinmiyor.

Allah, hepimize bu onurlu duruşu, teslimiyeti, iman kuvvetini, cesareti nasip etsin!..

10 Kasım 1983'te Hakk'ın rahmetine kavuşmuş olan bu güzel insan OSMAN YÜKSEL SERDENGEÇTİ'ye Allah'tan rahmet diliyorum. Çektiği sıkıntılar, günahlarına kefaret olur inşallah...

"İstiyorum yeniden bir hilkat istiyorum,
Ne hayal ne kuruntu hakikat istiyorum.

Hakikat, hakikat, hakikat istiyorum!.."

der "Bir Kahraman Bekliyoruz" şiirinde...

Rabbim, Osman Yüksel Serdengeçti gibi kahramanlarımızın sayısını artırsın... Ruhu için bir Fatiha lütfen!..

Bu babanın ayaklarını öpmeli, bu videoyu ders diye okutmalı

Düşünün ki bir evladınız olmuş, onun dünyaya gelmesiyle dünyalar sizin olmuş. Yemeyip yedirmiş, giymeyip giydirmiş; iki cihan saadetinize vesile olacak hayırlı bir evlat olması için maddi ve manevi doyuma ulaşması yolunda her fedakârlığı yapmışsınız.

Büyütmüş, okutmuş, meslek sahibi etmiş; sonra da evlendirmişsiniz. Size dünyalar güzeli bir torun hediye ederek monotonlaşan hayatınıza renk katmış, yorulan zihninizi dinçleştirmiş, umutlarınızı tazelemiş.

Ancak öyle bir gün gelmiş ki Siyonistler’in maşası, ABD'nin köpeği, Batı'nın uşağı, Haçlıların yavşağı, kanı beş para etmez bir örgüt tarafından şehit edilmiş bu evladınız.

Normalde ne beklersiniz? Gözünüzün nuru, gönlünüzün süruru bu evladınız elinizden alındığı için isyan edersiniz, dövünürsünüz. Dünyanız başınıza yıkılır, hayat küsersiniz, "Neden ben, neden biz?" dersiniz. (Nitekim geçmişte asker üniformasıyla kardeşinin cenazesinde siyaset yapan, devletine ve devlet yöneticilerine saldırmak için cenaze ortamını şov yerine çevirenleri, FETÖ'nün borazanlığını yapanları da gördük.)

Ancak şehit polis memurumuz Ahmet Alp Taşdemir'in babası ne yaptı? Hepimize insanlık dersi verdi, Müslüman duruşunun nasıl olacağını gösterdi; metanetin, sabrın ne demek olduğunu cümlemize canlı olarak öğretti.

İzmir'in Selçuk ilçesinde İsabey Camii'nde imamlık yapan baba İbrahim Taşdemir, "Bu ezan ve bayrak, necip milletin omzunda yücelmeye devam edecek. Benim oğlum peygamberlerin yanında olan şehadet makamına ulaştı. Doğduğunda Rabbim bizi şereflendirmişti, şehit olarak ölümüyle de yine şereflendirdi. Bunun için ben Rabbimin hükmüne boyun eğdim. Hiç şikâyetim yok. Rabbimizden gelen başım gözüm üstüne. Bizim ümmetimiz, milletimiz, vatanımız sağ olsun. Allah bu millete zeval vermesin. Siyonistlerle, kâfirlerle, haçlılarla cihat ederken benim oğlum şehit oldu; bundan şeref duyuyorum. Elhamdülillah Rabbim bize böyle bir makamı lütfetti. Şeref duyuyorum." dedi.

Allahü ekber, Allahü ekber, Allahü ekber!..

Sen ne güzel bir babasın, sen ne güzel bir Müslümansın, sen ne güzel bir Müslümanca duruş sahibisin!.. Şu bilince bakın, şu imana bakın, şu sabra bakın, şu metanete bakın!..

Rabbim; bu imanın, bilincin, sabrın, metanetin birazından bize de lütfetsin!..

Bu babanın eli değil, ayağı öpülür.

Medyaya düşen o video tüm okullarda, tüm sınıflar düzeyinde hatta tüm ülkede ders diye gösterilmeli!..

Çocuklara, gençlere vatan, millet, bayrak sevgisi mi aşılamak istiyorsunuz? Bu videoyu izletin!..

İnsanlara imanı, teslimiyeti, sabrı, metaneti mi anlatmak istiyorsunuz? Bu videoyu izletin!..

Yine şehit polisimizin hanımı, hayat arkadaşı, can yoldaşı olan Yeşim Taşdemir, şehidimiz Diyarbakır'da düzenlenen törenle memleketine uğurlanırken ağlayan kızı Esma'ya, "Ağlama kızım bugün babanın düğünü; bugün babanın en şerefli, en onurlu günü ağlama kızım!.." diyerek teselli veriyor.

Allahü ekber, Allahü ekber, Allahü ekber!..

Bu sabrın, metanetin, bilincin, duruşun sahibi gencecik bir kadın, taze bir anne!.. Siz ailecek ne güzel insanlarsınız, ne güzel Müslümanlarsınız?

Böyle bir babaya böyle şehit bir evlat, böyle bir kadına böyle şehit bir koca yakışırdı!..

Rabbim, Ahmet Alp Taşdemir kardeşimizin şehadetini kabul buyursun, Peygamberimize (sav) komşu eylesin!.. Mekânı cennet olsun ve sizleri cennetinde buluştursun!..

Birer Fatiha okuyuverin lütfen!..

8 Kasım 2017 Çarşamba

Ülkemiz ve Terör

Ülkemizde son zamanlarda terör olayları yine iyice azdı. Şehit haberleri arka arkaya gelmeye başladı. ABD'nin Büyükelçisi John Bass, Ankara'dan ayrılırken "Dokuz buçuk aydır Türkiye'de terör saldırısı yaşanmıyor. Bu, DEAŞ vazgeçtiği için değil, işbirliğimizin sonucu..." demişti. Onun bu çirkin söylemi, herkes tarafından Türkiye'ye tehdit olarak algılanmıştı.

Şimdi o tehdidin gereğini yapmak için maşalarını kullanmaya başlamış olmalı ABD... Çünkü ABD'nin köpekleri durumundaki terör örgütleri faaliyetlerine hız verdi.

Bir bakıyorsunuz ülkenin bir köşesinde DAEŞ adına eylem yapmaya hazırlanan bir grup terörist yakalanıyor. Bir başka gün farklı bir noktada PKK ve yandaşları, askerimize polisimize yönelik saldırıda bulunuyor.

İsimleri farklı da olsa, ideolojileri farklı da görünse ülkemizde ve komşu ülkelerde cirit atan terör örgütlerinin hepsinin beslendiği, kemiğini yaladığı yer aynı merkez: ABD.

Nitekim Hakkâri Şemdinli'deki PKK saldırısında kullanılan silahların ABD menşeili olduğu, teröristlerin ABD'nin YPG'ye verdiği AT4 anti tank füzesiyle saldırdığı iddia ediliyor. Nitekim yapılan operasyonlarda da bu anti tank füzelerinden ele geçirilmiştir. Bu silahlar ise DAEŞ'le mücadele yalanıyla ABD tarafından YPG'li teröristlere verilmişti.

Ülkemiz güçlendikçe, ABD ve Batılı ülkelerinin kontrolünden çıktıkça başımıza terör olayları musallat olmaya devam edecektir. Değişen sadece terör örgütlerinin adı olacaktır. FETÖ, DAEŞ, PKK, YPG, DHKP/C vb. terör örgütlerinin tamamı ABD'den ve Batılı ülkelerden beslenmektedir ve bunların hemen hemen hiç istisnası yoktur. Bunların elebaşları, militanları sıkıştığında soluğu bu ülkelerde almakta ve gittikleri ülkelerde krallar gibi ağırlanmaktadır. Türkiye, bu ülkelere teröristlerin teslimine yönelik yaptığı hiçbir çağrı ve girişime ise karşılık alamamaktadır.

Bu da gösteriyor ki küffar tek milletir ve onlardan bize hiçbir zaman dost olmaz, onlara hiçbir zaman güvenilmez. Küffar; kendi içinde ne kadar sorun yaşarsa yaşasın, hangi problemlerle boğuşursa boğuşsun bize karşı yekvücut olmaktadır.

Ancak bizde durumlar nasıl? İç siyasetle dış siyaseti ayırt edemeyen; vatan, millet, ülke diye bir kaygısı olmayan bir ana muhalefet... Ülke içindeki başarısızlığını, milletle yakalayamadığı ortak dili ülkemizi sürekli Batı'ya şikâyet ederek örtmeye çalışan bir ana muhalefet...

Ülke Batı'yla kriz yaşar, muhalefet; Batı ülkelerinin sözcülüğüne soyunur: Hükûmetimizi ve Cumhurbaşkanımızı zor durumda bırakıp köşeye sıkıştırmak için Batılı ülkelere ülkemize müdahale etme ve ekonomik kriz çıkarma çağrısında bulunur.

Ülkemize, askerimize, polisimize, milletimize terör saldırısı olur; ana muhalefet temsilcileri terör örgütlerini kınayıp birlik beraberlik söylemleri geliştirmek yerine devleti, hükûmeti suçlar. İnsan çıldırıyor, hırsızın hiç mi suçu yok?

Mesele iç siyaset meselesini çoktan aşmıştır. Mesele devletimizin, ülkemizin, milletimizin bekası meselesidir. Küffar, bize karşı yekvücut olmuşken bizim ayrılık gayrılık türküsü söylemeye ne hakkımız ne de zamanımız vardır.

Artık ülkemizde birlik beraberlik, yekvücut olma zamanıdır. Allah, siyasilerimize de bunu kavrayacak akıl, izan ve feraset versin!..

Selam ve dua ile...

Eğitim, Öğretmenlik ve Performans Ölçümü

Eğitim, TDK sözlüğünde, “Çocukların ve gençlerin toplum yaşayışında yerlerini almaları için gerekli bilgi, beceri ve anlayışları elde etmelerine, kişiliklerini geliştirmelerine okul içinde veya dışında, doğrudan veya dolaylı yardım etme, terbiye” olarak; öğretim ise “Belli bir amaca göre gereken bilgileri verme işi, tedris, tedrisat, talim” şeklinde ifade edilmiş.

Eğitimcilerimizin ise genellikle okulda yapmaya çalıştığı ve yapmaya zorlandıkları şey de eğitim değil, öğretimdir. İtiraz ederseniz öncelikle isimden başlayabiliriz. MEB'in okullardaki kadrolu görevlilerine "öğretmen" diyoruz, "eğitmen" demiyoruz. "İsmin ne önemi var?" derseniz ona da her şeyin isimlendirmeyle başladığını, kavramların çok önemli olduğunu söyleyerek cevap veririm.

Ülkemizde öğretmenlik mesleği, oldukça zor şartlar altında icra ediliyor. İdari kadrolar ise öğretmeni ve öğretmenlik mesleğini hep olumsuz şekilde tartışmaya açarak öğretmenin işini daha zorlaştırıp mesleği itibarsızlaştırma konusunda var güçleriyle çalışıyorlar. Öğretmeni mesleğinden soğutuyor, öz güvenini azaltıyor, dik duruşunu kabullenemeyip sürekli boyun eğdirmeye çalışıyorlar.

Okullarda, millî eğitim müdürlüklerinde, bakanlıkta öğretmenler; sürekli kontrol altında tutulup belli şablonun, kuralların, sınırların dışına çıkması ve özgün olması engelleniyor.

İşin ilginci okulları yönetip öğrencilerin daha iyi eğitim alması, öğretmenlerin daha verimli çalışması için ortam hazırlaması gereken idarecilerin ekseriyeti; öğretmene boyun eğdirme, farklı olmasını engelleme görevini icra ediyor. Sorumlu oldukları kurumları, etkileriyle değil de yetkileriyle yönetmeye çalışıyorlar. (Yetkisiyle değil de etkisiyle idarecilik yapıp sadece sorun çözmek için ortada bulunan yöneticilerimize selam olsun.)

Çok basit meseleler bahane edilerek hakkında tutanaklar tutulup soruşturmalar açılıp cezalandırma yoluna gidilerek terbiye ediliyor(!)öğretmenler!..

Şimdiki meselemiz ise öğretmenin performansını ölçmek... Peki, nasıl ölçülecek öğretmenin performansı? Herkes, öğretmene not verecek... İdareci, meslektaşı, veli ve daha da komiği öğrenci... Yapmayın Allah aşkına!.. Bu sistem performansı ölçmez, öğretmeni ileriye götürmez... Fitneyi artırır, gruplaşmalara sebep olur; öğretmeni omurgasızlaştırır, dik duruşunu engeller.

Bu not olayı, öğretmeni aşırı derecede rencide eden, itibarsızlaştıran ve insan ilişkileri açısından da içinde bir sürü sıkıntı barındıran bir durumdur. Bir an önce bundan vazgeçilip daha olumlu ve öğretmeni teşvik edici yöntemler üzerinde çalışılmalı...

İki örnekle olayı somutlaştıralım ki olayın vahameti anlaşılsın:

Muzip bir öğrenci, öğretmenler hakkında çizelge hazırlayıp yıl sonunda görüşeceğiz, diye tehdit savuruyor sosyal medya üzerinden. Diyebilirsiniz ki latife... Kesinlikle değil ve bunu yapacak yığınla öğrenci ve veli var. Not veren kişiye not verdiği kişinin not vermesi, neresinden bakarsanız bakın, tutarsızlık...

Yine okulun birinde duruşuyla, kişiliğiyle öne çıkan bir öğretmenimiz; bir konuda idareyle ters düşüyor ve idareden gelen talebi akıl, mantık ve vicdana uygun bulmadığı için geri çeviriyor. Okul müdürü, öğretmenimizi yanına çağırarak “Hocam, yıl sonunda sizi değerlendireceğimizi biliyorsunuz değil mi?” diye tehdit ediyor. Şimdi siz bu şartlar altında öğretmenden duruş, hakkaniyet ve adalet bekleyin...

Bir noktaya dikkat çekerek yazıyı noktalıyorum: Performansını ölçtüğünüz öğretmen müfredatı vermekte, görevini kâğıt üstünde yapmakta çok iyi... Gelin görün ki öğretmenliğin asıl kısmı olan örnek olma, duruşuyla ders verme konusunda problemli biri... Ya da tam tersi... Bu durumda ölçme ve değerlendirme noktasında ne yapacaksınız?

Öğrencide iz bırakan öğretmen, her şeyi bilip eksiksiz yerine getiren değildir; öğrenciye duruş kazandıran, kişiliğiyle örnek olan, kısacası gençlik, gelecek, ülke konusunda derdi olan öğretmenlerdir.

Peki, bunu ölçebilecek misiniz?

Siyasetçilerinin İhanet Ettiği Kadim Şehir: Adana

Adana ve Çukurova bölgesi çok eski devirlerden beri önemli bir yerleşim merkezidir. Birçok medeniyete ev sahipliği yapmış ve hep önemli yerleşim yeri, ticaret ve tarım merkezi olmuştur.

Abbasiler Devri'nde bu bölge Türkleşmiş ve o günden bu yana Türkler’in vatanı olmuştur. Hazret-i Ömer zamanında İslam orduları Adana’ya gelmişlerdir. Abbasi devrinde, Türkmen oymakları ve beyleri bu bölgeye yerleştirilmiştir.

Son yıllarda adliye olaylarıyla, kavgalarıyla, narkotik ve ahlak polislerinin yaptığı operasyonlarla anılan ve çeşitli algı operasyonlarıyla olumsuz bir tablo çizip zihinlerde ürkütücü bir şehir profili oluşturulan Adana, tarih boyunca önemli şahsiyetleri bağrından çıkaran bir şehir olmuştur. Karacoğlan, Necmettin Erbakan Hoca, Mahmut Sami Ramazanoğlu, Yaşar Kemal, Şener Şen, Fatih Terim gibi farklı alanlarda söz sahibi olan kişileri bir çırpıda saymak mümkün...

Ancak gelin görün ki yakın zamana kadar İstanbul, Ankara ve İzmir'den sonra ülkenin dördüncü büyük şehri olan Adana; sanki bilinçli olarak geri bırakılmış, hizmetlerden mahrum edilmiş ve sıralamada bir hayli gerilerde kalmıştır.

Konya, Kayseri, Bursa, Antalya, Gaziantep gibi şehirler hızla gelişip her geçen yıl üstüne koyarken Adana, gelişmeyi bırakın yerinde bile sayamamıştır.

Verimli toprağıyla, sanayisiyle, stratejik konumuyla hızla gelişmesi gerekirken âdeta şehre ihanet eden siyasetçileri yüzünden sürekli geri kalmıştır.

Arazi şartları Adana'ya göre çok zor ve yapımı katbekat pahalı olan İstanbul gibi bir yerde bir metro hatları belediye tarafından iki üç yılda tamamlanırken Adana'da on iki yılda tamamlanamamış ve en sonunda Ulaştırma Bakanlığı eliyle tamamlanmıştır. Buradan hesaplayın Adana siyasetçilerinin Adana için nasıl bir hizmet(!) ürettiğini!..

Adana'da maalesef ki siyaseten milletle iyi diyalog kuracak, milleti kucaklayacak, milletin sorunlarına çözüm üretecek, millet için hizmet üretecek doğru isimler hiç bulunamamış ya da tercih edilememiştir.

Adana'nın özellikle Kozan'dan sonra gelen Feke, Saimbeyli, Tufanbeyli gibi ilçelerinin ve köylerinin hâli içler acısıdır. Oralarda âdeta devlet yoktur... Yollar berbat, köyler susuzdur. Alt yapı, üst yapı hiçbir hizmet alamamıştır bu ilçeler ve köyleri... Cumhurbaşkanımız; Adana milletvekillerini, belediye başkanlarını yanına alıp özellikle Feke ilçesini ve köylerini şöyle bir gezse gördüğü manzara karşısında büyük bir hayal kırıklığı yaşayıp buraların Adana toprakları olduğuna inanamayacaktır.

Feke'den yola çıkıp Kayseri'nin ilçesi olan Yahyalı'ya kadar olan köyleri gezse Kayseri sınırından Adana sınırına girildiği anda hizmetin, alt yapı çalışmalarının bıçakla kesilmiş gibi bir anda bittiğini görecektir. Kayseri'nin siyasetçileri de siyasetçi, Adana'nın siyasetçileri de...

Doğu illerinin birçoğunu gezdim, doğu illerinin köyleri buralardan 20-30 yıl ileridedir. Ancak buraların insanı vatanına, devletine bağlı olup kırıp dökmedikleri için seslerini duyan yoktur.

AK Parti, yenilenirken inşallah bu defa Adana yönetimindeki isim tercihlerinde daha isabetli tercihler yapar.

*Adana insanının siyaset konusundaki tutuculuğunu, hizmete değil de körü körüne ideolojiye verdiği desteği de unutmuş değilim. Onu da inşallah ayrı bir yazı konusu yapacağım.

Desinler Diye Yaşamak ya da El Âlem Ne Der!

"Günümüz insanının en büyük problemi, derdi, sıkıntısı nedir?" diye sorsanız cevabım nettir: Samimiyetsizlik...

Yaptığımız işleri "mış gibi" yapıyoruz, insanlarla ilişkilerimiz çıkar üzerine kurulu, güzelliğimiz suni, boyumuz abartılmış, kaşımız alınmış, kirpiklerimiz sahte, konuşmalarımız yapmacık...

Kısacası biz, biz değiliz!..

Güneş gibi ol şefkatte, merhamette,
Gece gibi ol ayıpları örtmekte,
Akarsu gibi ol keremde, cömertlikte,
Ölü gibi ol öfkede, asabiyette,
Toprak gibi ol tevazuda, mahviyette.
Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol!..

diyor ya Mevlana Celaleddin Rumi!.. Ne olduğumuz gibi görünebiliyoruz el âlem ne der diye, ne de göründüğümüz gibi olabiliyoruz!.. Almış başını gidiyor ikiyüzlülük ve samimiyetsizlik... İçimiz fitne ve fücur kaynıyor, kimse hakkında en ufak bir hüsniyet taşımıyoruz, art niyetliyiz kendimiz dışındakilere karşı... Ama gelin görün ki herkes bizi iyi bilsin, iyi tanısın; övsün, yüceltsin istiyoruz. Yapmacık bir nezaket, yalancı bir gülümseme, sahte bir samimiyet gelip oturmuş kişiliğimizin başköşesine!.. İçimiz başka, dışımız başka; yaşayamadan yaşlanıp gidiyoruz.

Cengiz Numanoğlu, "Desinler Diye" şiirinde gününüz insanının çirkin yüzünü çok güzel resmetmiş.

Şu insan denilen, iki cinsiyet;
Bazen, şeytan ile kurar ünsiyet.
Namus, şeref, hayâ, edep, haysiyet,
Ne bulursa harcar... Desinler diye...

Kimi var, modanın dümen suyunda,
Teşhir hastalığı vardır huyunda.
Kimlik arar durur, etek boyunda;
Ne modern bir kadın... Desinler diye...

Kimi, iflâs etmiş, ahlâktan yana,
Politik virüsler, karışmış kana,
İhanet vız gelir, hatta vatana;
Siyaset cambazı... Desinler diye...

Hâli pürmelalimizi anlamak için bu şiirin tamamını okumanızı özellikle tavsiye ederim. "Desinler..." diye yaşarken kendimiz olmaktan çıktık ya da kendimiz olamadık bir türlü...

Yine ismet Özel,

“Ne derler acaba, diye kahrolası bir put vardır!" der.

“El âlem ne der kaygısıyla boğuşmaktan, Allah ne der kaygısına daha erişemedik.” bir türlü... Kulları memnun edeceğiz, kulların hoşuna gidecek şekilde yaşayacağız diye Allah'ın memnuniyetini ve hoşuna gidecek şekilde yaşamayı aklımıza bile getirmez olduk.

Kendimizi hatasız, günahsız göstermek için hatalarımızı, günahlarımızı yok sayma veya doğru gösterme derdine düştük. Kendimizle yüzleşip kendimizi düzeltme derdinde olmadık. Özür dilemenin, hatadan dönmenin bir erdem olduğunu unuttuk...

Duruşumuzu kaybettik, kimliğimizi yitirdik, kişiliğimizi inşa edemedik...

Yakında ilan edeceğiz dünya âleme:

Kimliğimizi, kişiliğimizi, onurumuzu, duruşumuzu, insanlığımızı yitirdik; hükümsüzdür!..

Hiçlik Makamı

Nasreddin Hoca’ya “Kimsin?” diye sormuşlar. “Hiç!..” demiş Hoca, “Hiç kimseyim.” Dudak bükülüp önemsenmediğini görünce, sormuş Hoca: “Sen kimsin?” Adam kabara kabara, “Mutasarrıfım...” demiş. “Sonra ne olacaksın?” diye sormuş Nasreddin Hoca. “Herhalde vali olurum.” diye cevaplamış adam... “Daha sonra?” diye üstelemiş Hoca. “Vezir...” demiş adam.
“Daha daha sonra ne olacaksın?” denilince “Bir ihtimal sadrazam olabilirim.” demiş. “Peki, ondan sonra?” diye devam etmiş Hoca... Artık makam kalmadığı için adam boynunu büküp “Hiiiç!..” demiş. “Daha niye kabarıyorsun be adam!.." demiş Hoca... Ben şimdiden, senin yıllar sonra gelebileceğin makamdayım... Hiçlik makamında!.." demiş.

Günümüzde öyle bir duruma geldik ki üç kuruş para kazanan, "Küçük dağları ben yarattım." edasıyla geziyor. Küçük bir makama gelen; herkesi kölesi, kendisini ise tüm insanların sahibi sanıyor. Makamı, koltuğu görünce kişiliğini, insanlığını bir kenara koyup küçük bir Nemrut olup çıkıyor. Allah, HİÇ olacağının farkına varamayıp olanlardan eylemesin. Bir cuma günü, hutbede hatibin kendisinden Hâkimü’l- Harameyni’ş- Şerîfeyn (iki şerefli belde olan Mekke ve Medîne’nin hâkimi) diye bahsetmesi üzerine der­hâl hatîbe müdâhale ederek ağlayan kanlı gözlerle "Yok yok! Bilâkis hâdimü’l- Harameyni’ş- Şerîfeyn (iki şerefli belde olan Mekke ve Medîne’nin hizmetçisi!) diye cevap veren Yavuz Sultan selim gibi makamı, mevkii, şan ve şöhreti gönlüne koymayıp gururu, kibri ayaklar altına alabilenlerden eylesin.

İşadamı, küçük bir kıyı kasabasına uğrar. Küçük bir teknenin içinde oturan bir balıkçı dikkatini çeker ve sorar: “Merhaba, bu balıkları yakalamak ne kadar zamanını aldı?" Balıkçı, tümünü bir iki saate yakaladığını söyler. İşadamı bu kez, niçin daha uzun süre kalıp daha fazla balık yakalamadığını sorar. Balıkçı, ailesinin geçimi için bu kadarının yettiğini söyler. İşadamı merakla balıkçıya kalan zamanını nasıl geçirdiğini sorar. “Geç vakit yatarım, sabah birazcık balık yakalarım. Sonra çocuklarımla oynarım, öğlende karımla biraz öğle uykusu uyurum. Akşamları, arkadaşlarla eğleniriz." der. İşadamı, “Balık tutmak için daha çok zaman ayırmalı ve daha büyük bir tekne ile çalışmalısın. Bu tekneden elde edeceğin gelirle daha büyük tekneler alırsın. Kısa sürede bir balıkçı filosuna sahip olursun. Böylelikle, yakaladığın balığı aracılara değil doğrudan doğruya işleme tesislerine satarsın. Hatta kendi balık fabrikanı bile kurabilirsin. Balıkçılık sektöründe bir numara olursun.” der.

“Tabii bunları yapman için öncelikle bu küçük balıkçı kasabasını terk edip daha büyük bir şehre yerleşirsin.” diye de ekler. Balıkçı düşünceli vaziyette sorar:
“Peki, bu anlattıklarınız ne kadar zaman alır?”

İşadamı, “15-20 yıl kadar...” der. “Peki, bundan sonra?” diye sorar balıkçı.

İşadamı güler, “Kısa zamanda zengin olup milyonlar kazanırsın!” der.

“Eee… Sonra?” deyince, “Ondan sonra emekli olursun. Geç vakitlerde yatabileceğin küçük bir balıkçı kasabasına yerleşirsin, istersen zevk için biraz balık tutarsın, çocuklarınla oynayacak, karınla öğle uykusu uyuyacak zamanın olur, akşamları da arkadaşlarınla eğlenirsin. Nasıl, mükemmel değil mi?” diye sorar heyecanla...

“Zaten ben karımla ve çocuğumla böyle bir hayat yasıyorum, neden böyle bir hayat için yirmi sene bekleyeyim.” der balıkçı...

Daha fazla para kazanıp daha lüks bir hayat sürmek için hayatı ıskalayan, ömrünü yanında götüremeyeceği mal mülk için heba edenlerden eylemesin Rabbim!..

"Mal sahibi, mülk sahibi/Hani bunun ilk sahibi?
Mal da yalan, mülk de yalan/Var biraz da sen oyalan!.." dememiş miydi yunus Emre?

Tanzimat'tan Günümüze Batı/l/cı Hainler

Bu ülkeye, millete hatta Ümmet-i Muhammed'e tarih boyunca asıl zararı dış vermemiş. Dışarıdaki düşmanların bize verebildiği zarar hep sınırlı olmuş. Düşman dışarıdan geliyorsa biz bir şekilde birlik olup o düşmanlara haddini bildirmişiz. Birlik olunca dirlik olmuş, dirlik olunca kendi içimizde mücadele edip enerjimizi heba etmektense yeni fetihler, yeni hayaller, yeni rüyalar peşinde koşmuşuz.

Ama gelin görün ki düşman içeriden olunca ortada ne birlik kalmış ne dirlik. Bırakın fetihler peşinde koşmayı, işgale açmışız fethedilen yurtlarımızı, yuvalarımızı... Hırsız içeriden olunca kapı kilit tutmaz, demişler ya... Bizim de düşmanlar/hainler içeriden olunca ülkemizi, milletimizi, Ümmet-i Muhammed'i düşmanlarımıza karşı yeterince koruyup kollayamamışız.

Osmanlı Devleti'ne geri kaldığını, Batı'yı yakalamak için reformlar yapılması gerektiğini empoze edip Tanzimat ve Islahat Fermanları'nı imzalatan ve sonra da devleti yıkana kadar içeriden Batı/l değerlerinin reklamını yapıp yaymak için çalışanlar şimdi içimizdeki hainlerin dedeleridir.

Devletin, resmî olarak geri kalmış olduğunu kabul edip Batı'nın ilmini, bilimini, teknolojisini alması için Batı'ya yolladığı kişiler, ekseriyetle gittiği yerin ilmini, bilimini, teknolojisini değil; Batı'nın değerlerini, inançsızlığını, yaşam tarzını bize getirmek için uğraşmışlar.

Devletin imkânlarıyla Avrupa'ya yollananlar, bir süre sonra "özgürlük, eşitlik, adalet" gibi kulağa hoş gelen kavramları kullanarak padişaha, devlete, milletin değerlerine ve inançlarına karşı bir savaşa girişmişler. Edebiyatı, sanatı, gazeteyi Batı/l fikirlerini millete empoze etmek için bir araç olarak kullanmışlar. Büyük edebiyatçı olarak geçinenlerinin bazıları, karısını tüllere sarıp evinde topladığı erkek misafirlere gösterip güzelliğiyle övünecek kadar çağdaşlaşmış(!) ve Osmanlı Devleti'nin geri kalmışlığına çareler üretmede büyük katkılar(!) sunmuş.

Şimdi de o zihniyetin temsilcileri dedelerinin yaptığı gibi ülkeye, millete katkılar sunmak, devletin ve milletin problemlerini çözmek için büyük gayret gösteriyorlar(!)

Biri çıkıp bilmem kaç milyon Ermeni'yi katlettik diyerek ödülü kapıyor, diğeri ülkesine ihanet edip Alaman köpeği oluyor, bir diğeri bîseksüel olduğunu ama bunu açıklayamadığını söyleyerek Batı/l/dan yağlı kemik beklentisini açığa vuruyor.

Milletin terakkiye mani olan(!) inançlarıyla mücadele ediyorlar. Milleti inançlarından koparmak, Batı/l/laştırmak için son sürat çalışıyorlar.

Devletimiz, milletimiz ne zaman ayağa kalkıp koşmaya hazırlansa içimizdeki hainlerin taktığı çelmeyle sendeliyor ve ertelemek zorunda kalıyor koşusunu.

Bazen PKK'yı, bazen DAEŞ'i, bazen DHKP/C'yi, bazen FETÖ'yü kendilerine kalkan yapıp birliğimize, dirliğimize saldırıyorlar. Bunu yaparken de Tanzimat Dönemi'nde olduğu gibi "özgürlük, eşitlik, adalet" gibi kavramları suyunu çıkarana kadar kullanıyorlar.

Tarih tekerrür ediyor gibi... Ama bu sefer tarih onların istediği gibi tekerrür etmeyecek, silkinip kendimize gelip önce içimizdeki hainlerden daha sonra ise dışarıdaki düşmanlardan kurtulup millet olarak yeniden şahlanacağız, yeni fetihlere yelken açacağız.

Ey hainler, kendinizi yormayın; bizler yeni hayallerin, yeni rüyaların peşinde koşmaya hayallerimize bir bir ulaşmaya, rüyalarımızı gerçeğe dönüştürmeye devam edeceğiz…A

Tayyibefobi ve Muhaliflerinin Acizliği

Recep Tayyip Erdoğan takıntısı; dışarıdaki düşmanları, içerideki hainleri ve bizdeki ana muhalefeti o hâle getirdi ki akıl sağlığını, mantık duruluğunu, psikoloji saflığını yitirdi hepsinde. Reis, zor durumda kalsın ve iktidardan uzaklaşsın diye öyle saçmalıyorlar ki dışarıdan ne kadar aptal, yaptıklarının da ne kadar aptalca göründüğünden bîhaberler.

"Recep Tayyip Erdoğan paranoyası" muhalif geçinenlerin akıl ve ruh sağlığını çok fena bozmuş, ekseriyetini âdeta insanlıktan çıkarmış. Bu muhaliflerin çoğunun hiçbir ortak yönü yok; tek ortak yönleri Recep Tayyip Erdoğan nefreti… Ama bu ortak yönleri, bu kadar farklı dünyaların insanlarını bir araya getiriyor.

Kızıl komünisti, dindar olduğu için; Kemalist’i, M. Kemal düşmanı gördüğü için; laikçisi; dinî değerlere saygılı ve dindar olduğu için; ırkçısı, kendileri gibi kafatasçı olmadığı için; paralelcisi, Türk milletinden himmet toplayıp Amerika ve İsrail’e hizmet etmelerine ve ülkemize ihanetlerine göz yummadığı için; HDP ve PKK’ler ise Kürt vatandaşlarımızın kendilerine köle olmalarına, doğu illerinin arka bahçeleri olmasına mani olduğu için nefret ediyor Cumhurbaşkanı’mızdan!..

Bir muhalefet partisi düşünün ki ortaya koyabildiği hiçbir icraat yok ama sürekli hükûmeti, devleti ve Recep Tayyip Erdoğan'ı kötülüyor. Genel başkanının söylemi, "Bana bir yıl verin, size ülke nasıl yönetilir göstereyim." demekten öteye geçmiyor.

15 Temmuz darbe girişimi ile ilgili hiçbir zaman FETÖ'ye laf edemeyip sürekli bu darbe girişiminin hükûmetin bilgisi dâhilinde olduğunu söyleyen ve "kontrollü darbe" diyerek dolaylı yoldan FETÖ'yü destekleyen ana muhalefet... Söylemin sahipleri, FETÖ medyası ve avaneleri; taşeronluğunu ise CHP yapıyor.

Reis'e nereden vurdularsa Reis'in attığı adım onların söylemini boşa çıkarıyor. İyice çıldırıyorlar. Bir türlü herhangi bir kalıba sokamadılar Reis'i. Attıkları hiçbir çamur tutmayıp ellerinin çamurlanmasıyla ortada kaldıkça akıl sağlıklarını yitiriyorlar. Saçma sapan, insafsız, izansız, mantıksız suçlamalarla gittikçe küçülüyorlar.

"Yahudi kuruluşundan ödül aldı, İsrail'in dostu, Filistin'i sattı." diye yaygara kopardılar. Davos'ta Reis, Siyonistlere bir "One minute!.." dedi, hepsi İsrail tarafına geçip ülkemizi, devletimizi, Ümmet-i Muhammed'i anında sattı.

"Tayyip Erdoğan Fetullahçıları kadrolaştırıyor." dediler. Reis, FETÖ'yü 1960'tan beri yuvalandıkları devlet kurumlarından temizlerken hepsi FETÖCÜ oldu.

"Tayyip Erdoğan'ı Amerika getirdi." dediler. Reis, Amerika'nın vize kısıtlamasına karşı tarihinde görmediği sertlikte aynı karşılığı verince solculuklarından utanmadan hepsi bir anda Amerikancı oldu.

Tüm muhalefetlerini Recep Tayyip Erdoğan nefreti üzerinden yapanlar, bunun dışında hiçbir proje üretemeyip bu millete hiçbir şey vaat etmeyenler; kendilerine dışarıdan bir bakabilseler ne kadar komik ve zavallı olduklarını görecekler ama onu düşünebilecek kadar da olsa akıl sağlıkları yerinde değil.

AK Parti ve Reis, elbette bir gün o koltukta olmayacak ama alternatifi de hiçbir zaman iftira, yalan ve hakaretten başka bir şey üretemeyen bu çapsız muhalefet olmayacak. Millet, bu iktidara yol verse bile bu muhalefete hiçbir zaman iktidar yolunu açmayacak…

11 Ekim 2017 Çarşamba

Bir taş attık ABD'ye, gitti değdi CHP'ye

Allah, CHP'yi bu milletin, devletin ve ümmetin başına büyük bir imtihan olarak musallat etmiş olmalı...

Her krizden, ülke için çok önemli olan her meseleden sonra ülke, millet ve ümmet çıkarının tam tersi noktada kendini konumlandırıp dış güçlerle aynı dili, argümanları kullanarak hükûmete ve devlete saldırıyor.

Son günlerin sıcak konusu da büyük şeytan ABD'yle yaşadığımız vize krizi oldu malumunuz olduğu üzere...

ABD, Türkiye vatandaşlarına vize kısıtlaması getirince Türkiye aynı şekilde mukabelede bulundu. ABD'ye verilen bu tepki cumhuriyet tarihi boyunca görülmemiş sertlikle bir tepkiydi. İnsanın yüreği soğuyor, gurur duyuyor ABD'ye karşı çantada keklik olmayan bir devletin ve ülkesini başı dik bir şekilde temsil eden devlet yöneticilerinin varlığını görünce... Aynı şekilde kahrından duvarları yumruklayası, başını taşlara vurası geliyor CHP gibi dış düşmana gerek bırakmayan bir muhalefetin varlığını da gördükçe...

Biz ABD'ye kafa tuttuk, hukukla yönetilen bağımsız bir devlet olmanın gereğini yaptık. Biz bir taş attık ABD'ye, gitti değdi CHP'ye!.. ABD lehine, Türkiye aleyhine açıklamalar havada uçuştu. Türkiye'nin gücüne, potansiyeline, tarihine inanmayan ama milletin vekili olan CHP'liler -her zaman olduğu gibi- yine devletin ve hükûmetin yanında yer almayıp salya sümük bir şekilde ABD'ye yalvarmaya başladılar.

Barış Yarkadaş denen vekil, asıl olanların yani milletin görüş ve düşüncelerinin tersi istikametinde aşağıdaki açıklamayı yaptı:

"Vize engeli çok ağır ve haksız bir yaptırımdır. AKP'nin yanlışlarının bedelini Türkiye'ye ödetemezsiniz. Türkiye AKP'den ibaret değildir."

Bu adam(!) ana muhalefet partisinin milletvekili... Bu milletin vekili olarak Meclis'e girmiş... Gelin görün ki milletin değil de ABD'nin vekili gibi...

Bu açıklamada ne diyor? Söylediklerinin ötesinde söyleyemedikleri, örtülü olarak bu cümlelerde aynen yer alan anlamlar şunlar:

"Biz AK Parti'den çok farklıyız. Sizin emirlerinizden hiçbir zaman çıkmayız. Ne yaparsanız yapın, sizinle her halükârda çok iyi geçiniriz. Herhangi bir konuda ülkemizin ve milletimizin menfaatlerini değil, sizin emir ve görüşlerinizi önemser ve ona göre davranırız. Biz kimiz ki sizin gibi bir ülkeye kafa tutup menfaatlerinize aykırı tutum ve davranış içine girelim. Bizim menfaatlerimiz ve sizin menfaatleriniz çatıştığında sizin menfaatleriniz doğrultusunda hareket ederiz. Siz o kadar yüce, büyük, erişilmez bir güce sahipsiniz ki istediğinizi, istediğiniz zaman cezalandırır ve o ülkeye cehennemi yaşatırsınız. Ama bilin ki bu ülkede AK Parti ve ülkesini sevip her halükârda devletinin yanında yer alan insanlar dışında bizim gibi her halükârda Amerika'nın yanında yer alacak insanlar da var. Onun için ülkemizi cezalandırırken bizi göz ardı etmeyin ve onlarla birlikte bizi de cezalandırmayın."

Diğer CHP'lilerin açıklamaları da bundan geri kalmaz ama bu kadarını incelemek yeter. Bu parti bizi temsil etmiyor, bu görüşler bizi bağlamıyor.

ABD'yi önemseyen ABD'ye gitsin, ülkemizi önemseyen bizimle kalsın. ABD, sizin için vizede kolaylık sağlayıp özel izin verir zannımca...

Biz mesele vatan, millet meselesi olunca dışarıya karşı dimdik durmasını, bir olmasını, iri olmasını, diri olmasını bilen bir milletiz.

Vatanını, milletini, devletini önemseyip zor zamanlarda yalpalamadan dimdik duran güzel ülkemin güzel insanlarına selam olsun!..

İki koltuk, iki insan

Kendisini eğitim gönüllüsü ve neferi olarak tanımlayan, herkesle iyi geçinen, kimse için kötülük düşünmeyen kendi hâlinde bir eğitimciydi.

İnsanlara faydalı olmaya, nerede bir düşen varsa onu kaldırmaya çalışan bir güzel insandı.

Hiçbir zaman makam mevki, para pul, şan şöhret kaygısı içinde olmamıştı. Hiçbir göreve talip olmaz hatta kendisine teklif edilen makam, mevki ve görevleri hep "Benden daha layıkları vardır." diye reddederdi.

Ancak öyle bir gün geldi ki görevi reddedemedi. İkamet ettiği ilçenin belediye başkanlığını üstlenmesini istediler. Bin dereden su getirdi, daha ehil kimseler olduğunu söyledi, geçimsiz ve zor bir insan olduğunu ve ilçe sakinlerinin sıkıntılar yaşayacağını dile getirdi. Ama nafile!.. Eğitim işlerinin aksayacağını, bu alandaki hizmetlerinin yarım kalacağını ifade etti. Yine olmadı.

Başkan seçildi, yaptığı hizmetlerle bir efsane oldu. Makamına gelen hiçbir insan yoktur ki incinmiş olsun. Özellikle yanına gelen fakir fukara insanları, sıradan insanları öyle bir karşılar, onlara izzet ü ikramda bulunurdu ki kısa süreliğine de olsa kendilerini çok değerli hissetmelerini, önemli kişiler olduklarını düşünmelerini sağlardı. Konuştuğu kişinin gözlerine bakar, öyle içten ilgilenirdi ki yanına gelen kişiler, sorunları çözülmese de memnun ayrılırdı yanından.

Her dönem sonunda başkanlığı bırakmak istedi ama her dönemde başkanlığa zorla devem etmesi sağlandı. Tam üç dönem milletin zoruyla başkanlık koltuğunda oturdu. Üçüncü dönem sonunda artık torunlarını sevmek istediğini ve çok yorulduğunu söyleyerek kesinlikle aday olmayacağını ifade etti. Tüm ilçe arkasından ağladı. İlçede hâlâ "Efsane Başkan" olarak anılmaktadır.

Oturduğu koltuğa öyle bir değer katmıştı ki kendisinden sonra kimse o koltuğu dolduramadı.

Başkanın son döneminde başkanla yakın çalışmış ve bu dönemde insanlarla iyi bir iletişim içinde olmuştu. Tatlı diliyle insanların gönlünü kazanmış ve millet tarafından başkanın doğal halefi olarak görülmüştü.

Gel gelelim ki koltuğa oturunca durum değişti. Büyüklerine saygıda, küçüklerine sevgide kusur etmeyen, mütevazı adam gitti, yerine paçalarından kibir akan biri geldi.

Başta insanlara hitabeti olmak üzere tüm tavır ve davranışları değişti. Makamına gelip de fırça yemeyen, hakarete uğramayan kimse kalmadı... Hele ki önceki başkan zamanında el üstünde tutulmaya alışmış olan fakir fukara insanlar; değil yeni başkanla konuşmak, odasının kapısından geçemez oldular.

Yeni başkan, kendini halktan o kadar üstün görüyordu ki kendini koltuğa, makama o kadar kaptırmıştı ki ne kadar yalnızlaştığını fark etmedi bile!.. Çevresindeki çıkarcıların, yalakaların kendini çok sevdiğini zannedip onlara güvenerek tüm dostlarını kaybetti bir bir!..

Millet o kadar bıktı ki ilk seçimde onu başkanlıktan indirdiler. Oturduğu koltuktan değer almıştı ve koltukla beraber tüm itibarını da kaybetti, milletin gözünde beş kuruşluk değeri kalmadı. İlk olarak başkanlığı süresince peşinde pervane olanlar, öksürse emir telakki edenler terk etti. Başkanlığı süresince etrafında pervane olan hiç kimse yanına uğramaz oldu. Sokağa, caddeye çıktığında selam verip selam alabileceği, dertleşebileceği hiç kimse bulamadı.

Oturduğu koltuğu ve kendisini öylesine değersizleştirmişti ki yerine odun koysanız koltuk itibar kazanırdı.

Sana hayvan diyemem, yasalar; insan diyemem, vicdanım izin vermiyor

Bildiğiniz gibi 29 Eylül'de, İstanbul Ataşehir'in Ferhatpaşa Mahallesi'nde bir yaratığın başörtülü bir hanımefendiye saldırdığı görüntüler düştü ajanslara. Yolda yürürken omuz attığı kadının "Yavaş olur musunuz?" diye insanca ikaz etmesiyle bu ikazdan çok rahatsız olup yumruk atan şahsiyet/siz ise kısa sürede yakalandı.

Olay, basına yansıyınca tepki büyük oldu ama bence olaya daha farklı yaklaşmak gerekir:

Birincisi; insan olmayan, insanlıktan nasibini almamış olan bir yaratığın, insanlar için yapılmış olan kaldırımda yürümesinden dolayı öncelikle belediye ve kamu kurumları sorumludur. Bu yaratığın insanların içine çıkmış olmasından dolayı gerekli tedbirleri almamış olanlar hakkında suç duyurusunda bulunuyorum.

İkincisi; yumruk atılmış olan hanımefendiyi suçlu buluyorum. Size çarpmış olan yaratığın nasıl bir mahlûk olduğuna dikkat etmeden insanca bir uyarı yapmakla çok büyük bir hata etmişsiniz. Tipine bakınca saldırabileceğini, normal bir insan emareleri taşımadığını fark etmeliydiniz ve bulduğunuz en sert cisimlerle bu saldırgan yaratığı kendinizden uzak tutmalıydınız.

Üçüncüsü; bu yaratığı yıllarca okullarda tutup da insanlığa kazandıramayan eğitim sistemini ve öğretmenleri sorumlu tutuyorum. Bu adam olamamış şahsiyet/siz/i ya insanlığa kazandırmalı ya da insanların olduğu ortamlardan çıkarıp insanlığa hizmet edebilmeliydiniz.

Dördüncüsü; aile bu yaratığı sokaklara salarken neden gerekli tedbirleri almamıştır? Haydi bu yaratığı eğitip topluma kazandıramadınız, en azından boynuna "Dikkat saldırabilir, tehlikelidir!" gibi bir levha falan assaydınız ya!..

Bir de bu kişi Marmara Üniversitesi, Tıp Fakültesi 3. sınıf öğrencisiymiş. Aman Allah'ım!.. Bunun okulu bitirip bir hastanede, bir sağlık kuruluşunda görevlendirildiğini düşünebiliyor musunuz? Bunun eline düşen hastanın, hasta yakınlarının hâli nice olur? Bu konuda da kurumlarımız gerekli tedbirleri alıp hasta ruhlu birine hasta teslim etmek gibi bir garabetin önüne geçmeli!..

"Mey biter saki kalır,

Her renk solar haki kalır,

Diploma insanın cehlini alsa da;

Hamurunda varsa eşeklik, baki kalır..."

diyen Fuzuli, hiç de fuzuli konuşmamış.

"Bed asla necâbet mi verir hiç üniforma,

Zer-dûz palân vursan eşek yine eşektir.”

der yine Ziya Paşa!..

Bu kadar cehalet ve insafsızlık ancak tahsille mümkündür. Anadolu'nun cahil, mektep görmemiş ortalama insanının hiçbirisinin bu kadar insanlıktan çıkacağını sanmıyorum.

Saldırgan tutuklandıktan sonra abisinin açıklamaları vardı. Bu konuda ailesini kesinlikle suçlamıyoruz, onlar da mağduriyet yaşıyor belki, Allah kimseyi bu duruma düşürmesin. Ama açıklamadaki bir detay, insanı çileden çıkarıyor. Kardeşinin asla böyle bir insan olmadığını ve psikolojik sıkıntıları olduğunu söylüyor. Tiksiniyorum bu savunmadan!.. Her türlü haltı ye, sonra psikolojik rahatsızlığı var diye bir rapor sun ve cezadan yırtsın!.. İnşallah, bu bahaneyle salıverilmez.

Gerçekten rahatsızsa da hastaneye yatsın ve bir deliye yapılan muamele yapılsın. Akıllı bir insanın faydalanabileceği hiçbir aktiviteye katılamasın ve toplum içine başıboş salınmasın!..

Yoksa deliler yüzünden akıllıların hayatı zindan olmaya devam edecek!..

Ver papazı, al papazı

ABD Başkanı Donald Trump, Beyaz Saray'da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'la yaptığı görüşmede Türkiye'de kasım ayından bu yana FETÖ'den tutuklu olan Papaz Andrew Brunson’ın serbest bırakılmasını istemişti. Reis, "Papazı verin, diyorlar. Bir papaz da sizde var bize verin biz de onu size verelim." şeklinde karşılık verdi. Peki, verirler mi? Pensilvanya'daki bu papaz sayesinde Türkiye'de tutuklu bulunan "Andrew Brunson" gibi kaç tane papaz yetiştirdiler, yetiştiriyorlar, yetiştirecekler biliyor musunuz siz? Altın yumurtlayan tavuğu keser mi hiç Amerika?

Kuzey Irak referandumu

Kuzey Irak'ta yapılan referandumun yankıları devam ediyor. Kafalar bir hayli karışık doğrusu. Birçok insan savaşa mı giriyoruz kaygısında... Vatanına, milletine bağlı olduğunu bildiğimiz bazı dostlar, Türkiye'nin referanduma bu kadar müdahil olmasına karşı çıkıp referandumun Irak'ta yapıldığını, Türkiye'nin bu kadar müdahil olmasının anlamsız ve gereksiz olduğunu söylüyorlar. Hatta bir Kürt devleti olması gerektiğini söylüyorlar. Ben de şöyle diyorum: Bu devlet, Kürt kardeşlerimizin de devleti değil mi? Bu ülkede hangi Kürt kardeşimiz, şu anda benden farklı bir muameleye tabii tutuluyor? Milletvekili mi olamıyor, bakan mı olamıyor, bürokrat mı olamıyor, memur/amir mi olamıyor? Bu ülkede Kürt de Türk de aynı yaşam standartlarına, haklara sahip değil mi şu anda? Bu ülke hepimizinse niye başka arayışlar içine giriyoruz? Irk temelli yaklaşımları biz nasıl ve ne zaman terk edeceğiz? İslam dünyasındaki bu kadar bölünmüşlük yetip de artmıyor mu? Yeni bir devletçik İslam dünyasının hangi sorununa çözüm üretecek, hangi yarasına merhem olacak? Gerçekten merak ediyorum ve aklıselim bir düşünceyle hiçbir makul cevap bulamıyorum.

Ver/gi/diyorum

Maliye Bakanı Naci Ağbal'ın son MTV ile ilgili yaptığı zam açıklaması, ciddi bir tepkiyle karşılandı. %40 zammın pek makul görülecek bir tarafının da olduğunu sanmıyorum. Düzenlemeyle belki lüks araçlar ve halk arabaları arasındaki vergi dengesizliği de giderilmek istenmiştir ama maalesef bu bile doğru bir şekilde anlatılamadı. "Bu yıl 500 lira ödeyen birisi, gelecek yıl 575 lira ödeyecekti. Şimdi vatandaşlarımıza 700 lira diyoruz." şeklinde bir ifade kullandı bakanımız. İyi de zaten vatandaşımız oldukça fazla vergi ödüyor, bu vergi artışları hükûmetin kendi ayağına sıkması olmuyor mu?

Yine Gelir Vergisi üçüncü diliminde memurun ödediği %27'lik oran, %30'a çıkarıldı. Memurun cebine girmeden parayı alan devlet, keşke aynı cevvalliği büyük holdinglerde, ülkemizde sınırsız para kazanıp da sınırlı vergi bile ödemeyen büyük sermeye sahibi iş adamları ve şirketler için de gösterebilse!.. Bu vergi dilimlerinden dolayı temmuzda yapılan zammın hiç faydasını görmeyen memurlar var. Hatta üçüncü vergi dilimine girdiği için yapılan zamdan daha çok kesinti yapılan memurlar var. Kimler mi? Mesela öğretmenler... Vergi dilimi konusunda hem vergi dilimleri arasını geniş tutmasını hem de vergi dilimindeki oranın azaltılmasını beklerken hükûmetin tam tersi uygulamalara girmesi bir hayal kırıklığı...

Vergi diyorum, fazla oluyor; birileri ver gidiyorum deyip halkı bezdirmeye ve Reis'in işini zorlaştırmaya mı çalışıyor?

Reis, bir el atmalı sanki bu vergi meselelerine!..

Tam bağımlılık ve köleleşmeye götürecek referandum

25 Eylül 2017 Pazartesi günü Kuzey Irak Kürt Yönetimi, referanduma giderek Irak'tan tamamen ayrılma konusunda bir adım daha attı.

Referandumu açıktan destekleyen İsrail dışında ülke yoktu. Karşı gibi duran, ertelenmesi yönünde açıklama yapan ama gizli kapılar arkasında ise referandumu yapması konusunda Barzani'ye cesaret veren ikiyüzlü Batı ülkelerinin ise hiçbir zaman İslam ülkeleri için dost olmayacağını unutmamak gerekiyor.

Referandum karşıtı açıklamalar yapıp büyükelçisini bile hazırlayan ABD'ye ise ayrı bir parantez açmak gerek.

Batı dünyasının tek bir gayesi olmuştur tarih boyunca: İslam dünyasını bölüp parçalayıp yutmak, yutamıyorsa rahat yönetmek.

Son Kuzey Irak referandumunu da böyle okumak gerekiyor. Irak'ta yapılan referandum, gerekli tedbirler ivedilikle alınıp Barzani attığı bu fitne ve ayrılık ateşini körükleyen adımından vazgeçirilemezse ne Kürtler ne Türkler ne Araplar ne de İslam dünyası için hayırlı olacak sonuçlar ortaya çıkacaktır.

İslam dünyasının sıkıntısı zaten bölünüp parçalanmışlık... Bunu derinleştiren ve körükleyen hiçbir adımı normal karşılamamız ve desteklememiz beklenemez.

Türkiye'nin tepkisini de böyle okumak gerekiyor. Ülkemizdeki bazıları, olayı Kürt karşıtlığı üzerinden okuyup Türkiye'nin Kürtlere karşı tutumu olarak değerlendiriyor. Kesinlikle yanlış bir okuma ve zihin dünyasındaki karışıklığın göstergesi...

Kuzey Irak'ta referandum sonrası, halk böyle istedi diyerek oldubittiye getirip ilan edilecek bir bağımsızlık, başta Türkiye olmak üzere bölge ülkelerinde büyük sıkıntılar doğurabilir. Ayrılık ateşini körükleyip büyük fitnelere yol açabilir. Birleşip bütünleşip güçleneceğimiz yere bölünerek yok olma süreci hızlanmış olur. Yarın Kürt vatandaşlarımızın yoğun olduğu yerlerden de böyle referandum talepleri gelirse ne yapacağız? Şu anda Kuzey Irak'taki referandum konusunda Türkiye'nin tavrını eleştiren gazetecilerimiz ve entelektüellerimiz, o zaman nerede duracaklar? O zaman da bırakın ayrılsınlar mı diyecekler.

İslam kardeşliğinden, ümmet olabilmekten bahsedip de ümmetin önemli parçası olan milletleri karşı karşıya getiren, ayrılığı körükleyen adımları desteklemek nasıl bir garabettir?

"Herkesin devleti var, Kürtler’in neden olmasın?" diyen İslami hassasiyet sahibi insanlarımıza şu soruyu sorma hakkına sahibiz:

Türkiye, Kürtler’in de devleti değil midir? Kürt cumhurbaşkanımız, bakanlarımız, bürokratlarımız olmadı mı, olmuyor mu? Kürt vatandaşlarımız, ülkemizde istedikleri, hak ettikleri her makama ve mevkie gelemiyorlar mı?

Irk temelli yaklaşımlar, tehlikelidir; şeytanlaşmış Batı/l düşüncesidir. Zehir size bal içinde sunulur, o zehir size seve seve içirilir ve siz o zehrin farkına bile varamazsınız. "Referandum, bağımsızlık" vb. kavramlar da kulağa hoş gelebilir ama sonucunda ortaya çıkacak olan şey zehirlenmedir. Bağımsız olacağını düşünenler, İsrail'e, Batı'ya, Amerika'ya tam bağımlı hâle gelecektir ve felaketler yakalarını bırakmayacaktır. Herkes, aklını başına alıp aklıselimle hareket etmeli!..

"Cemaatte rahmet, ayrılıkta azap vardır. Birlikten kuvvet, ayrılıktan felaket doğar."

Eğitim sorunumuz yok, öğretmen sorunumuz var!..

Cumhurbaşkanımızın TEOG'la ilgili açıklamaları ve arkasından MEB'in TEOG'un kaldırılmasıyla ilgili açıklamalarından sonra eğitim tartışmaları yine gündemin önemli başlıklarından biri oldu.

Bizdeki eğitim öğretim öyle bir şey ki bu alanda uzman olmayan, söyleyecek sözü bulunmayan hiç kimse yok. Herkes, eğitimden çok iyi anlıyor. Herkes, eğitim konusunda en iyi fikrin kendisine ait olduğunu düşünüyor.

"Ah şu MEB'i bir yıllığına bana verseler tüm eğitim sorunlarını çözerim!.." diye düşünenlerin haddi hesabı yoktur zannımca.

Herkes eğitimdeki sorunları ve çözüm yollarını çok iyi biliyor ama gelin görün ki düzeltmek için ellerinde imkân yok. Ah o imkân ellerine bir geçse neler yapacaklar, neler!..

Herkes eğitimden bu kadar anlarken, eğitim konusunda uzmanken bir kesim var ki eğitimden zerre miskal anlamıyor; eğitim nedir, nasıl yapılır bilmiyor. Bu kesim eğitimdeki sorunlardan bîhaber, çözüm önerileri hakkında fikir sahibi değil. Bu sebeple eğitimle ilgili bir şey konuşurken de, sistemsel değişiklikler yapılırken de bu kesimin fikirlerine hiç ihtiyaç duyulmaz. Fikirleri sorulmaz da hasbelkader sorulduysa da kale alan bulunmaz.

Daha da ötesi bu kesim olmasa eğitimin sorunları da olmayacak, her şey yolunda tıkır tıkır gidecek ve herkes mutlu olacak!..

Kim mi bu kesim? Amaaannn, bilmeyen mi var? Tabii ki öğretmenler!..

Başarı varsa hiçbir zaman ortak edilmeyen, sorun varsa tek müsebbibi olarak lanse edilen kesim...

Öğrenci başarısızsa sorumlu öğretmendir!..

Öğrenci sorumsuzsa sorun öğretmendir!..

Okulda problem yaşanmışsa sorumlu öğretmendir!..

Üstleriyle sorun yaşasa suçlu öğretmendir!..

Kısacası yolunda gitmeyen her şeyin sorumlusu öğretmendir ama yolunda giden hiçbir şeyde emeği olmayan kişidir.

Kısacası, eğitim sorunu diye bir sorun yoktur; öğretmen sorunu vardır(!)..

Dolayısıyla sorunlu(!) olan bu öğretmenlerin icabına bakarsak eğitim dünyası güllük gülistanlık olacaktır.

Neler yapabiliriz mesela öğretmen sorununu halletmek için?

Öğrenciye değil, öğretmene not ve karne verilsin.

Öğretmen öğrenciye değil, öğrenci öğretmene ödev versin.

Öğrenci başarısız olunca önce öğrenci, sonra sırasıyla veli, müdür, ilçe millî eğitim müdürü, kaymakam, il millî eğitim müdürü, vali, millî eğitim bakanı öğretmenden tek tek hesap sorsun.

Öğretmenliği sadece okulla sınırlı kalmasın, 7/24 öğrenciyle vakit geçirsin öğretmen. Kendi ailesi, çocuğu, eşi, dostu mu dediniz? Ne gerek var canım, yaptığı iş kutsal onlar da olmayıversin!..

Devletten maaş almasın, alacaksa da asgari ücret neyine yetmiyor, zaten aylarca yatıyorlar.

Başı dik gezen öğretmen kalmasın. Öğretmenin ezik olanı makbuldür; başını kaldıranın başını eğdirin, ezin!..

Öğretmeni eğitim sisteminin içinden çekip çıkarsak eğitim sorununu kökten çözeceğiz. Öğrenci rahatlayacak, veli rahatlayacak, idareciler rahatlayacak; sistem rahatlayacak ve sorun kalmayacak!..

Yapmayın Allah aşkına!.. Eğitim sorunlarının olduğu su götürmez ama bunun öğretmen sorunu olarak algılayıp hedefe öğretmeni koyup çözemezsiniz. Eğitimin öznesini itibarsızlaştırmak, rencide etmek, işine odaklanmasını engellemek için bu kadar çaba fazla!..

Öğretmene yüklendiniz; öğretmeni itibarsızlaştırdınız, rencide ettiniz olmadı. Bir de öğretmenin yanında durun, öğretmeni destekleyin, itibarını artırmayı deneyin; belki olur!.. Ne dersiniz?

Salağa yatmayın; hepiniz oradaydınız, onlarlaydınız!..

Ülkemizde FETÖ davaları devam ediyor. FETÖ’cüler, öyle savunmalar yapıyorlar ki "Bunların suçu yok, salıverin hepsini. Tek suçlu darbeye direnenler ve onları şu anda yargılayanlar." diyeceğiz neredeyse. O kadar saflar, masumlar(!) ki son dakikaya kadar değirmenine su taşıdıkları FETÖ'den, bizzat planladıkları ve içinde yer aldıkları darbeden haberleri yok/muş. Bunların bu aymazlıkları, yüzsüzlükleri, pişkinlikleri yüzünden mağdur durumda olanlarla gerçekten suçlu olanları ayırmak zorlaşıyor. O kadar iyi rol yapıyorlar ki masum olduğundan emin olduğun bir kişiye bile "acaba" diye yaklaşıp kefil olamıyorsun!.. Varlıklarında mağdurlar ordusu oluşturmuşlardı, yok edilirken de maalesef büyük mağduriyetlere sebep oluyorlar.

Ali Bulaç da pazartesi günü hâkim karşına çıktı. Kökten FETÖ’cü teröristlerden farksızdı savunması. Savunmasında, “Ne yasa dışı bir fiilim oldu ne FETÖ ne de başka yasadışı örgüte üye oldum. Benim FETÖ tarafından üyeliğe kabul edilmem mümkün değildir. FETÖ'nün beni örgüt üyesi yapması, darbe teşebbüsünde bana rol vermesi hayatın olağan akışına aykırıdır." demiş ve şunu da eklemiş: "Dışı hayli süslü cemaat vazosu, 15 Temmuz’da bir darbe ile yere düştü, paramparça oldu. İçinden yüz kızartıcı ayıplar, kusurlar, illet ve cürümler orta yere saçıldı."

Doğruları konuşmamış, kıvırmış, salağa yatmış yine!.. Özellikle 17-25 Aralık sürecinden sonra orada kalmaya devam edip darbe gününe kadar algı yönetimine hizmet edip şimdi hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi yapması; en basit ifadeyle yalandır, aptala yatmaktır, milleti de aptal yerine koymaktır!.. Ürettikleri CD'leri, iftira toplantılarını, yaptıkları hakaretleri; insanların namusuna, onuruna, haysiyetine, ailesine uzattıkları dilleri herkes gördü. Onun içlerinde bulunup da bunları fark etmemesi mümkün değil. Yazdığı gazetede, içinde bulunduğu medya grubunda her gün Reis'e ve hükûmetine karşı tehditler, şantajlar havada uçuşuyordu; Ali Bulaç da onların istediği gibi yazıp çiziyor, Reis'i ve kadrosunu yıpratmak, yok etmek için var gücüyle çalışıyordu. Kendisine dostane yapılan eleştirilerin hiçbirine kulak asmıyor, FETÖ ağzıyla algı yönetimine son sürat devam ediyordu. Şimdi ise masum, mağdur ve saf!..

Mümtaz’er Türköne ise savunmasında çok daha ileri gidip "15 Temmuz darbesinin arka planda engellenmesinde çaba harcayan kim var diye sorarlarsa ilk sırada ben varım. Benim büstümün dikilmesi gerekiyor. Vasiyetimdir, öyle bir şey olursa büstümü Çağlayan Adliyesi'nin önüne diksinler." demiş. Hay hay!.. Lanetullah'ın büstüyle yan yana dikelim mi?

Darbe tehdidinde bulunan, Reis'in idamını isteyen kendisi değildi sanki...

Benzer savunmaları; Nazlı Ilıcak, A. Turan Alkan, Hidayet Karaca, Şahin Alpay, Mustafa Ünal, Altan kardeşler vb. kişilerden de gördük ve göreceğiz.

Hepsi yalan söylüyor, ikiyüzlü davranıyor, kıvırıyor, salağa yatıyor ve bizleri de salak yerine koyuyor.

Hepsi oradaydı ve onlarla beraberdi. Darbe başarılı olsaydı; onlar dışarıda ve hizmetlerinin karşılığını almış olacaklar, bizler ise içeride olacaktık…

Fe eyne tezhebun?/Bu gidiş nereye?

Biz ne güzel bir millettik.

Tüm insanlar elimizden, dilimizden, belimizden emindi.

Kimsenin malında, mülkünde, namusunda gözümüz olmazdı.

Herkesin inancına, yaşam tarzına, fikirlerine saygı gösterir ve bunlar için kimseyi yargılamaz, rencide etmez ve dışlamazdık.

Hoşgörü deryasıydık; intikam peşinde koşmaz, hatası olanları affeder, doğru yola sevk etmeye çalışırdık.

Özgürlüğü sadece kendimiz için istemez, herkes için hürriyet talep ederdik.

Bu topraklarda insanlık, her şeyden önce gelirdi; Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Zaza, Ermeni, Rum, hatta Yahudi birbiriyle hiç sorun yaşamadan mutluluk, huzur ve güven içinde hayatını sürdürürdü.

Derdi olanın derdini paylaşarak azaltır, sevinci olanın sevincini paylaşarak çoğaltırdık.

Namaz kılmasak da namaz kılana, oruç tutmasak da oruç tutana, camiye gitmesek de camiye gidene, cemevine gitmesek de cemevine gidene, kiliseye gitmesek de kiliseye gidene saygıda kusur etmezdik.

Gayrimüslim olsak da Ramazan’da sokaklarda, caddelerde yemek yemeyecek, çocuklarımızı elinde yiyecekle sokağa yollamayacak kadar inanca, insana saygılıydık.

Kimseye benzemeye çalışmazdık ama kimseyi zorla kendimize benzetmeye de çalışmazdık.

Kutsallarımız vardı, kimse dokunamazdı ve kimsenin kutsalına da dokunmazdık.

Büyüğe, küçüğe, ölüye, diriye, anaya, bacıya, akrabaya, misafire kısacası insana değer verirdik; yaratılanı severdik Yaradan'dan ötürü...

Ne oldu bize? "Fe eyne tezhebun?" Bu gidiş nereye?

Bilen var mı ya da izah edebilecek bir kişi?

İnsanlığımızı, İslamlığımızı yitiriyoruz!..

Artık kimse bizim elimizden, dilimizden, belimizden emin değil!..

Haram ve helal birbirine karışmış durumda, dikkat eden kalmamış.

İnsanların yaşam tarzına, inancına, değerlerine saldırmakta beis görmüyoruz!..

Herkesi tek tipleştirme, aynileştirme, kendimize benzetme gayreti almış başını gidiyor.

Derdi olanın derdini artırmak, sevinci olanın sevincini kursağında bırakmak, serveti olanın servetini yağmalamak, muhtaç olanı ölüme mahkûm etmek için uğraşıyoruz âdeta!..

Kutsallarımız hayatımızdan çekiliyor bir bir, değerlerimizi değersizleştiriyoruz her geçen gün; inandığımız gibi yaşa/ya/mıyoruz, ne göründüğümüz gibi olabiliyoruz, ne olduğumuz gibi görünebiliyoruz. "Mış gibi" yaşayıp gidiyoruz!..

Sevmekten, sevilmekten korkuyoruz; nefret tohumları ekiyoruz kalplere, gönüllere!..

Son cenaze olayı ürküttü beni, korktum geldiğimiz noktadan.

Ölüye, anaya hürmet göstermeyecek kadar insanlıktan, İslamlıktan çıkmış olamayız biz.

Bunun, bu topraklarda yetişen ortalama insanımız tarafından yapılabilecek bir davranış olduğuna hiç ihtimal vermiyorum. Hiçbir insanımız, bu kadar vicdansız olamaz. Bu, planlı ve programlı bir provokasyondur... Kokusu yakında çıkar... Aklıselimle düşünüp hareket etmeliyiz hepimiz... Peygamber efendimiz (sav), cenaze geçerken ayağa kalktı. "Ya Resulallah, Yahudi cenazesidir o!.." dediler. Efendimiz "İNSANDIR..." dedi!..

(Müslim, Cenaiz, 78,Hadis No: 1596)

Biz kimi örnek alıyoruz? Bir Peygamberimize (sav) bakın, bir de bize...

"Fe eyne tezhebun?" Bu gidiş nereye?

15 Eylül 2017 Cuma

Heykel Önemli, En Büyük Heykeli Biz Dikelim!..

Yıllardır CHP'yi, CHP zihniyetini niçin eleştiriyoruz? Hiçbir hizmet üretmiyor, milletin işine yarayıp hayatını kolaylaştıracak bir icraat ortaya koymuyor, sürekli heykel dikiyor diye eleştiriyoruz. Bir de diktiği heykellerin bu milletin değerlerine ters, inancına aykırı olması; hassasiyetleriyle uyuşmaması da ayrı bir dert!.. Açta açıkta kalan, yiyecek ekmeğe, içecek suya muhtaç olan vatandaşlara hizmet edip yaralarını sarmaktansa üç kuruşluk sanatçılığı olmayan, uluslararası alanda hiçbir başarısı bulunmayan yandaş, sözde sanatçılara yüz binlerce para ödeyerek ucube heykeller yaptırdığı için CHP'yi, CHP'li belediyeleri eleştirmiyor muyuz? Eleştiriyoruz, çok da güzel yapıyoruz; haklıyız ve eleştirmeye de devam edeceğiz.

AK Partili İzmit Belediyesi de Topçular Mahallesi’nde "15 Temmuz Demokrasi Şehitleri Anıt Parkı"adıyla bir park açıyor. Parkta, 15 Temmuz Şehitler Köprüsü, Genelkurmay Başkanlığı binası, Türkiye Büyük Millet Meclisi binası, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’yle pek çok küçük heykel bulunuyor. Yetmiyor yanına Cumhurbaşkanımızın heykeli dikiliyor. Eleştirilerin odak noktasında heykelin Reis'e benzemediği var. Başkanımız sağ olsun, olayı çok güzel geçiştiriyor, verdiği cevapla gönülleri fethediyor(!) ve bir dönem daha başkanlığı garantiliyor(!): "Kimse Reis'e benzeyemez, dolayısıyla heykel de benzemedi." Çok zekice bir cevap gerçekten, ama yapılan icraatın absürtlüğünü, gereksizliğini ve bizim hassasiyetlerimize aykırılığını örtmeye yetmiyor.

Asıl saçmalık, parkın adıyla başlıyor ve eleştirilmeye buradan başlamak gerekiyor aslında: "15 Temmuz Demokrasi Şehitleri Anıt Parkı!.." Şehitlik, İslamî bir kavram ve İslam'da bir mertebeyi ifade ediyor. Şehitlik; vatan, din müdafaası gibi belli değerler için Allah'ın rızasını umarak ölünce erişilebilen bir mertebe... "Demokrasi şehidi" de ne oluyor ya hu? Kaç defa eleştirildi bu söylem, kaç defa bu söylemden duyulan rahatsızlık dile getirildi? Bu söylemi kullananların AK Partili olması da ayrı bir üzüntü sebebi... Ne desek ki milletin hassasiyetlerinden, İslamî terimlerden bu kadar bîhaber olanlar için? AK Parti içindeki AKP'liler mi desek?

15 Temmuz'da sokaklara çıkıp şehit ya da gazi olanların kaç tanesi demokrasi için canını ortaya koydu? Yapmayın Allah aşkına!..

Reis'i siz heykelcilerden daha çok seviyoruz millet olarak, onun fikirlerini önemsiyoruz, milletimizin ve Ümmet-i Muhammed'in umudu olmasıyla gurur duyuyoruz. Diktiğiniz heykeller, onun bizim gözümüzdeki değerine en ufak bir katkı sunmuyor. Orhan Pekçetin dostumuz, "Sultan Alparslan'ın, S. Eyyubi'nin, Sultan Fatih'in, Abdülhamid'in Anadolu'nun her tarafında heykeli mi var? Peki, yâdları için ihtiyaç mı var?" diye sormuş. Tam da bu işte!.. Birini sevmenin göstergesi onu putlaştırmak mı? Fikri ve icraatları değil mi bizim için önemli olan? Eleştirdiğimiz şeyleri bizden olanlar yapınca normal görürsek biz anormal oluruz.

Bir görsel; tapınmak için yapılırsa adına put, tapılan bir kişi için dikilirse adına heykel deniliyor!..Sevgimizi abartmaya, bizim değerlerimizle örtüşmeyen yöntemlerle göstermeye gerek var mı? Varsa en büyük heykeli biz dikelim; daha büyük olsun, çok büyük olsun, en büyük olsun!..