28 Aralık 2016 Çarşamba

Sarıkamış: Şehadetleriyle Ölümsüzleşenlerin Diyarı

Maalesef ki hem tarihî kaynakların yetersizliği ve tarafsız olmaması hem siyasi tavırlar, Sarıkamış Harekâtı ile ilgili doğru bilgilere ulaşmamızı engellemiştir yıllarca.

Sarıkamış'ta insanlarımız boş yere mi şehit olmuştur? Toplam kaç askerimiz şehit olmuştur? O günkü şartlarda başka bir şansımız var mıdır? Enver Paşa bir hain midir, yoksa kahraman mıdır?

Bu sorular yıllardır zihinlerimizi ve gündemimizi meşgul etmekte!.. Bir taraf -özellikle Kemalist tayfa- Sarıkamış'ı büyük bir hezimet olarak görüp sürekli Sarıkamış Harekâtı aleyhine yazıp çizmekte, Enver Paşayı ise "Acımasız, cani, vatan haini" olarak görüp göstermeye çalışmakta, karalamaktadır.

Bir kesim ise -benim gibiler- Sarıkamış Harekâtı'nı o günün şartlarına göre değerlendirmeye çalışmakta, Enver Paşa'nın bir hain olmadığını, aksine vatanperver, gözü kara, vatanı için her fedakârlığı yapabilecek bir mücahit olarak görmektedir.

Sarıkamış Harekâtına bir kesim sürekli saldırırken bir taraf da sürekli savunma yoluna gitmektedir. Dolayısıyla Sarıkamış'la ilgili tarafsız, tarihî gerçeklerle uyumlu, herkesi tatmin edebilecek bir araştırma yapılıp sonuçları hakkında insanlar bilgilendirilememektedir.

Peki, biz Sarıkamış Harekâtı'na nasıl bakmalıyız?

Bir defa Sarıkamış Harekâtı'nda şehit olan asker sayısı ile ilgili rakamları normalleştirmekle başlayabiliriz. Özellikle son yıllarda gür bir şekilde dillendirilen iddiadan biri şudur: "Sarıkamış'ta 90 bin askerimizin şehit olması mümkün değildir? Sarıkamış'ta harekâta 76 bin asker katıldı. Nasıl olur da 90 bini donarak ölür? Bu bir Rus propagandasıydı. 1926'da Enver Paşa'yı gözden düşürüp Türkiye'ye dönmesini önlemek için gündeme getirildi. İddialar tarihî gerçeklere uygun değil."

Sonrasında ise "Sarıkamış Harekâtı, bir zorunluluk mudur, keyfi bir harekât mıdır?" sorusuna cevap aranmalıdır. "O mevsimde Sarıkamış Harekâtına ne gerek vardı?" diyenlere karşı "Sarıkamış tamamen bir vatan müdafaasıdır ve kaçınılmazdır." diyenler çatışmaktadır.

Böyle bir harekâtın keyfi yapılamayacağı, mutlaka yapılmasını gerektiren şartların olduğunu düşünmek ve söylemek daha insaflı ve insani olacaktır. Çünkü Osmanlı Devleti'nin birçok toprağı işgal altındadır ve işgal gittikçe genişlemektedir. Bu durumda hem kaybedilen toprakları geri alabilmek hem de daha fazla zarar görmemek için bir şeyler yapmak gerekmektedir. Bunun için de alınabilecek riskleri almak ve hızlı hareket etmek şarttır!..

Sonuç olarak Sarıkamış Harekâtı niçin o kış şartlarında yapılmış olursa olsun, şehit olan insan sayımız kaç olursa olsun, bizim için, tarihimiz için önemli ve ibretlik hadiselerle dolu bir tarihî olaydır.

Sarıkamış, atalarımızdaki vatan sevgisinin sınırı olmadığının ispatıdır. Vatanını sınırsız sevenlerin "Allahü ekber!" nidalarıyla Şehadete koştuğu tarihî bir harekâttır.

Sarıkamış, hem gururumuz hem yaramızdır. Gururumuzdur, ecdadımızın vatan aşkının ne kadar büyük olduğunun ispatıdır; yaramızdır, çaresizliğin en acı fotoğrafıdır!..

Dolayısıyla Sarıkamış Harekâtı'nın 102'nci yıl dönümünde tüm şehitlerimize Allah'tan rahmet dilerken sizlerden de hepsi için bir Fatiha istirham ediyorum…

Üst Akıl ABD, Taşeron FETÖ, Maşa Bir Polis

Ankara'da bir sergide Rusya büyükelçisi öldürülüyor. Öldüren bir polis, "Katiller!" diyerek ve "El Nusra" marşından Arapça bazı bölümler söyleyerek ateş ettiği söyleniyor. Birileri de hazır hemen olayı El Nusra diye örtbas etmeye ve Türkiye'yi köşeye sıkıştırmaya!..

CHP milletvekili, ''Adam bağırarak El Nusracı olduğunu söylemiş, koca koca adamlarsa saatlerdir onu başka örgütlere pazarlamak için çalışıyor. Nusra sevicileri!'' şeklinde tweet atıyor. Eğer ki bu tweeti atan FETÖ mensubu değilse ve FETÖ'yü aklamak, FETÖ bağlantısını gizlemek için bilerek atmamışsa akıl, mantık, muhasebe yeteneği sıfır!.. Ne diyecekti katil? "Ben büyükelçiyi FETÖ adına öldürüyorum, böylece Türkiye-Rusya ilişkilerinin bozulup Türkiye'nin terör ülkesi olarak dünyada itibar kaybetmesini istiyorum." şeklinde mi bağıracaktı? Gerçi o zaman da şu andaki pozisyonun tam tersini savunur, "Katil, algı yönetimi için FETÖ mensubu olduğunu söyledi." şeklinde tweet atarlardı.

Katil, Aydın Söke'de FETÖ''nün dershanesine gidiyor, masraflarını FETÖ'den aranan firari iş adamı karşılıyor, FETÖ'den aranan eski Todays Zaman yazarının evinde kalıyor.

Tüm işaretler FETÖ'yü göstermesine rağmen bizdeki FETÖSEVERLER olayı farklı yönlere çekmek için canhıraş bir gayret gösteriyorlar. Rusya, bizim muhalefetten de bizdeki Kemalist-Laikçilerden de daha tarafsız ve soğukkanlı yaklaşıyor olaya!.. Olayın Türk-Rus ilişkilerini bozmak için planlandığını, böyle bir cinayetin Türkiye'ye bir şey kazandırmayacağını bizimkilerden daha iyi kavrayıp ona göre açıklamalar yapıyorlar.

Bizimkiler, "Acaba buradan hükûmete çakabilir miyiz? Putin, Recep Tayyip Erdoğan'a savaş açar mı? Cumhurbaşkanı itibar kaybına uğrar da zor durumda kalır mı, bize de buradan bir ekmek çıkar mı?" diye el ovuşturuyorlar. Ben söyleyeyim hemen size: Buradan da size ekmek çıkmaz, yine avucunuzu yalarsınız. Ülkeye yaptığınız ihanetle kalır. Ne kadar güvenilmez olduğunuzu perçinlemiş, sizden devlet adamı ve vatansever olamayacağını ispatlamış olursunuz.

Bu olayı planlayan kesinlikle Batı merkezli bir üst akıl!.. Amerika bu işin merkezinde, Almanya işin içinde AB ülkelerinin önemli bir kısmı haberdar!.. Üst akıl onlar, planın uygulayıcısı taşeron FETÖ, kullanılan maşa ise mankurtlaşmış, iradesini FETÖ''ye ipotek ettirmiş bir polis memuru!..

O katilin bu eylemi yaparken öleceğini bilmesi ise korkunç bir şey ve bunu da orada dillendiriyor. Yani bu eylem, bir intihar eylemi!.. Haşhaşilerin metodu!.. Hasan Sabbah, büyük devletlerin elçileri geldiği zaman fedailerinden birini çağırır, kendisini Alamut Kalesi'nin Burçlarından atmasını söylermiş. O da bunu çekinmeden yapar ve cennet'e(!) uçarmış. Böylece fedailerinin kendine ne kadar bağlı olduklarını gösterir ve onlara korku verirmiş. Şimdi Lanetullah da işin bu aşamasına geçti sanırım. Fedailerini böyle intihar eylemlerine yollayarak bizlerin ve devlet yöneticilerinin içine korku salmaya çalışıyor. Ama unuttuğu bir şey var:

Onun fedailerinin kendine bağlılığının binlerce katı Allah'a bağlılık var bizde!..

Bu Manzaralara Yürek Nasıl Dayansın?

Halep'te yaşanan insan/sız/lık dramıyla ilgili görüntüler, videolar düşüyor ekranlara, sosyal medyaya!.. İnsan, bakamıyor bile!.. İzleyebildiklerinizde -varsa tabii- vicdanınız paramparça oluyor, gözyaşlarınız, istemsiz şekilde yanaklarınızdan süzülüyor!.. Zaten o görüntüleri, çok ağlamaktan gözyaşı pınarlarınız kurumamışsa ve gözyaşı dökmeden izleyebiliyorsanız insanlığınızı sorgulamalısınız, insanlığınızı büyük ihtimalle kaybetmişsinizdir, hemen aramaya çıkın!.. Bizim izlemeye dayanamadığımız sahneleri, görüntüleri oradaki çoluk çocuk, kadın erkek, yaşlı genç on binlerce masum insan her gün yaşıyor. Bir de hiçbir şekilde medyaya düşmeyen görüntüler var tabii!..

Turgay Güler'in programında ekranlara getirdiği bir video var: Beş yaşlarında bir çocuk yaralanmış, acil ameliyat edilmesi gerekiyor ama ne narkoz var ne ilaç var ne neşter var elde!.. Çocuğu narkozsuz, ilaçsız, bir bıçak yardımıyla ameliyat etmeye çalışıyorlar; çocuk acıya dayanmak için Beyyine Suresi’nden ayetler ve Tebbet Suresi’ni okuyor. Allah'ım bu çocuğa yaşatılanlara; o çocuğun metanetine, bilincine nasıl gözyaşı dökmezsiniz, buna yürek nasıl dayanır? Allah'ım sen o Müslüman kardeşlerimize yardım eyle, sen bizi affet!..

Babası şehit edilmiş Suriyeli bir çocuk görüntüsü düşüyor yine ekranlara: Baba şehit edilmiş bir yardım gönüllüsü!.. Uzanmış bir sedyenin üzerinde yatıyor, yüzünde şehitlere has bir aydınlık ve gülümseme!.. Kafasından akan kan sakalına süzülmüş!.. 7-8 yaşlarındaki oğlu ağlayarak geliyor. Babasını görünce üzerine kapanıyor, o kanlı başını, gözünü, yanaklarını öpüyor, öpüyor, öpüyor!.. "Baba, bırakma beni!.. Allah rızası için beni tek başıma bırakma!.. Allah'ım bana sabır ver!.." diye feryat edip ağlıyor, babasına sarılıyor, onu öpüp kokluyor!.. Allah'ım bu çocuğun feryadını duymayan kulağı ne yapalım? Bu çocuk için, onun gibi masumlar için yaş dökmeyen gözün ne gereği var? Bu manzara karşısında parçalanmayan yüreğin, sızlamayan vicdanın varlığına nasıl inanalım?

Yine yürek yakan başka bir video: Sedyede yatan bir mücahit!.. Şehadet şerbetini içmek üzere, başında annesi!.. Annesi, artık oğlunun şehit olacağını; ruhunu Allah'a teslim edeceğini anlamış. Oğluna son nefesini verirken kelime-i şehadet getirmesi için telkinde bulunuyor. "La ilahe illallah!" de, "Şehadeti söyle, parmağını oynat, yüreğin selamete ersin ey ömrüm! Ben söyleyeyim sen tekrar et canım!.. Allah bize yeter, o ne güzel vekildir. Ey Allah'ım, senin hükmüne itirazımız yoktur ey Rabbim!.. Allah'ım sen razı olana dek sana hamdolsun!.." diyerek nasıl da çırpınıyor oğlunun başında!.. Tek kaygısı, oğlunun imanla ruhunu teslim etmesi!.. Allah'ım bu annedeki imanın, metanetin, teslimiyetin onda biri geri kalan biz Müslümanlarda olsa dünyada zulüm namına bir şey kalmaz!..

Daha bunlar gibi binlerce örnek var ama yerimiz dar!..

Bu mazlum, masum insanlar için hiçbir şey yapamıyorsanız en azından üzülün, gözyaşı dökün, dua edin!.. Bunları da yapmıyorsanız insanlıktan istifa edin ki sizinle hemcins olmanın üzüntüsünü yaşatmayın bize!..

15 Aralık 2016 Perşembe

İt Olsanız Yal İçtiğiniz Kaba Pislemezsiniz

Türkiye güçlendikçe, hedef büyüttükçe, kabına sığmaz oldukça başına örülen çoraplar da artıyor. Her gün yeni bir saldırıyla, yeni bir ihanet dalgasıyla karşılaşıyoruz.

Bizi bize bırakmamak için elinden geleni ardına koymuyor şer güçler!.. İçe kapansak, dünyayla ilgilenmesek, kendi derdimize dalıp mazlumlara kol kanat germeye kalkmasak hiçbir sorun olmayacak!..

Batı'nın tekerine çomak sokmasak, para kazanırken kazandığımızdan daha çoğunu tek dişi kalmış canavar Batı'ya peşkeş çeksek, onların değirmenine su taşımaya devam etsek, oynanan oyunlara seyirci kalıp oyun kurucu olmaya kalkmasak hiçbir sorun olmayacak ve çok iyi bir dost olacağız. Batı'nın istihbarat teşkilatları ülkemizde cirit atmayacak, sağda solda bombalar patlamayacak, insanlarımız katledilmeyecek; ama biz onlara boyun eğmeyip kendi ayaklarımız üzerinde özgürce ve onurumuzla yaşama yolunu seçince her şey bir anda değişiyor!..

Ülkede darbe kalkışmaları oluyor... Her yerde bombalar patlıyor... Ekonomik linç kampanyaları başlatılıyor!.. Bunların hiçbiri bizi yolumuzdan döndüremeyince, ülke tepe taklak gitmeyince Batı ve onların işbirlikçileri, kâfirler ve onları dost edinen Müslüman görünümlü münafıklar, gâvurdan çok daha gâvur olan içimizdeki gâvurlar kafayı yiyor, çıldırıyor, öfkeden kuduruyor!.. Son Beşiktaş patlaması da bu durumun en somut örneği!..

Batı'nın güçlü bir Türkiye istememesini anlıyoruz. Biz güçlü olursak onlar bu coğrafyada istediği gibi at koşturamayacak, arpaları kesilecek, insanları köleleştiremeyecek, yer altı ve yer üstü zenginliklerini sömüremeyecek!.. Ancak bu topraklarda doğmuş, bu toprakların havasını alıp suyunu içip yemeğini yemişlerin Batı'nın köpekliğini yapmasını anlamakta zorlanıyoruz. Sizi yıllardır bu topraklar besledi, bu toprakların insanları büyüttü; bu toprakların kültürü, geleneği, insaniyeti yoğurdu!.. Nasıl oluyor da bu topraklara, bu toprakların insanına bu kadar kin besliyorsunuz? Sizi bu kadar insanlıktan çıkaran şey nedir? Sizin yerinize kapımızda it beslesek, önlerine yal koysak bu itler bizi ısırmazdı, yal verdiğimiz kaba pislemezdi!.. Sizden daha sadık olurlardı bize, dışarıdan gelen düşmana karşı bizi korurdu; onlar adına bizi ısırmazdı!..

Yıllardır kapımızda beslediğimiz fakat artık kuduz olmuş itleri beslemeye devam etmenin bir anlamı yok!.. Kuduz olmuş bu itleri tedavi etmeye çalışmanın, onlara boş yere zaman, mekân, para ayırmanın bir anlamı yok!.. Bu itleri itlaf etmenin zamanı çoktan geldi de geçiyor!.. Bu itler; ihanetin tadını aldı; başkalarının kabından yal içmeye alıştı, artık bu itler bizim kapının iti olamaz!.. Bizi ısıracaklarını bile bile onlara yal vermeye devam etmenin anlamı yok!.. Bu itlerin adı ne olursa olsun; ister PKK, ister DAEŞ, ister DHKP-C, ister FETÖ olsun, tez zamanda itlaf edilmeli; kanları bile bu topraklara akıtılmamalı!.. Bu topraklarda aldıkları nefes, yedikleri yemek, içtikleri su haram; bunlara verilen her nimet, bu ülkenin vatandaşlarına haksızlıktır, onların hakkına girmektir!..

Buna ise hiçbirimizin rızası yoktur, bu böyle biline!..

İyi ki İHH İnsani Yardım Vakfı Var

İHH; milletimizin, ülkemizin ve Ümmet-i Muhammed'in yüz akı kurumlardan biridir. Hatta bu kurumların en önde gelenlerindendir.

İyi ki İHH var!.. Vicdanımızın sesi oluyor, üzerimizdeki yükü kaldırıyor, tembelliğimizi ve acziyetimizi bir nebze olsun örtüyor yaptığı çalışmalarla!..

İlk Bosna Savaşı'nda Sırp katliamlarına karşı Boşnakların yanında yer alıp fedakârca ve cesurca yaptığı çalışmalarla, Müslümanların yardımına koşmasıyla duyurdu adını.

Daha sonra Afrika, Filipinler, Filistin, Gazze, Arakan, Açe, Balkanlar, Irak, Suriye vb. dünyanın dört bir yanına götürdüğü yardımlarla, yaptığı çalışmalarla her geçen gün milletimizin gönlünde taht kurup müstesna bir yer kazandı.

Dünyanın dört bir yanında başta Müslümanlar olmak üzere mazlum milletler, "tek dişi kalmış canavar" Batı'nın ve ABD'nin zulmü altında inim inim inlerken İHH, o hâkim düzene rağmen mazlumların yanında yer aldı, almaya da devam ediyor.

Nerede kanayan bir yara varsa orada İHH var!..

Nerde açlık, yoksulluk, felaket varsa orada yaraları sarmak için İHH var!..

Nerede ehli küffarın zulmettiği bir Müslüman varsa ehli küffarın karşısına dikilen, onların korkulu rüyası olan İHH var!..

Nerede dünyanın kör, sağır, dilsiz olduğu bir zulüm, katliam yaşansa orada mazlumların gözü, kulağı, dili olan İHH var!..

Hiç kimsenin gitmeye cesaret edemediği, ulaşamadığı yerlere gitme cesaretini İHH gösteriyor; oralara ulaşmakla kalmıyor, oradaki insanların aşı, ekmeği, suyu, umudu oluyor.

Sadece Müslümanların değil; dil, din, ırk ayrımı yapmadan mazlum gayri Müslimlerin de aşı, ekmeği, suyu, umudu oluyor.

Saldırıların başladığı günden bu yana Suriye’ye yönelik yardımlarını aralıksız sürdüren İHH İnsani Yardım Vakfı, yine ses getirecek bir eylem planını uygulamaya koyuyor:

Dünyanın sessiz kaldığı Halep’teki duruma dikkat çekmek amacıyla bir kara konvoyu hazırlıyor. 14 Aralık Çarşamba günü Türkiye’nin dört bir yanından Cilvegözü Sınır Kapısı’na “Halep'e Yol Açın” sloganıyla bir kara konvoyu yola çıkacak. İstanbul Kazlıçeşme Meydanı’ndan Saat 11.00’de yapılacak basın açıklamasının ardından yola çıkması planlanan konvoya Türkiye’nin 81 ili ve yurt dışından da katılımlar olacak. Konvoyda, içerisinde temel gıda malzemelerinin yer alacağı yardım TIR’ları olacağı gibi katılımcılar da yanlarında insani yardım malzemeleri getirebilecek. Konvoyun son durağı olan Cilvegözü sınır kapısında bir basın açıklaması yapılacak. Açıklamada katliamların durdurulması ve insani yardım koridoru açılarak bu yardımların ulaştırılması çağrısı yapılacak.

İstanbul’dan başlayacak ve herkesin kendi özel araçlarıyla katılacağı yolculuğa dâhil olmak isteyenler için Sakarya, Ankara, Konya, Kayseri ve Kahramanmaraş illeri buluşma noktaları olarak belirlenmiştir.

Fırsatı ve imkânı olan herkes, bu konvoya katılsın!..

Fırsatı ve imkânı olan herkes, İHH'yı desteklesin!..

İyi ki İHH İnsani Yardım vakfı var!..

İyi ki başta Bülent Yıldırım abimiz olmak üzere İHH'da çalışan fedakâr, cefakâr, cesur insanlar ve hiçbir karşılık beklemeden çalışan İHH gönüllüleri var!..

Allah, sayınızı ve gayretinizi artırsın!..

9 Aralık 2016 Cuma

Halep Diyorum Halep Ölüyor D/uyuyor musun?

Suriye'nin kuzeyindeki Halep, başkent Şam'dan sonra ülkenin ikinci büyük kenti konumunda... Kentin nüfusu, savaştan önce 2 milyonu aşıyordu. Türkiye sınırına 40 km uzaklıkta... Merkezin batısını rejim, doğusunu muhalifler kontrol ediyor. Halep'in doğusunda 300 bin sivil, 4 Eylül'den beri rejim güçlerinin kuşatması altında bulunuyor. Halk, yüz günü aşan süreden beri temel insani ihtiyaçlarını karşılayamıyor. Ruslara ve rejime ait savaş uçakları vakum, misket ve varil bombalarıyla saldırıyor. Son üç hafta içinde kentin doğusundaki tüm hastaneler ve sağlık merkezleri rejim saldırılarıyla hizmet dışı kalmış durumda!.. Halk, ekmek bulmakta sıkıntı çekiyor. Bölgede okulların tümü kapalı... İnsani durum, bize gösterilenden çok çok daha kötü!.. Sığınacak yer yok, yakıt yok, yakacak yok; birçok insan sokaklarda uyuyor, eğer ki onlar da şanslı ise... Çünkü bebek, çoluk çocuk, kadın erkek birçok insan her gün ebedi uykusuna yatıyor o sokaklarda!..

Peki, burnumuzun dibindeki Halep'te bunlar yaşanırken bizler ne yapıyoruz!.. Orada bebek, çocuk, kadın, erkek binlerce insan ölüm uykusuna yatarken bizler de âdeta kış uykusuna yatmışız!.. Türkiye'nin üç beş bölgesinde sesini çıkarmaya çalışan hassasiyet sahibi üç beş cılız ses... Geriye kalanımızda ne bir hayat belirtisi ne de bir nefes!..

İstanbul'da Beyazıt'ta üniversite gençliğinin yapmış olduğu bir protesto; Erzurum, Maraş, Malatya vb. birkaç ilimizde yine dertli birkaç Müslüman'ın yaptığı gösteri!.. Biz bu kadar mıyız, elimizden gelen bu mu, yapabilecek başka bir şeyimiz yok mu? Eğer ki öyleyse vay bize, vaylar bize!.. Halep'ten sonra sıranın bize gelmesi çok yakındır!.. Suriyeli kardeşlerimizin bir kısmını -içimizdeki gâvurlara rağmen- biz misafir ediyoruz, ama bizi misafir edebilecek bir millet ve devlet de yok!..

Şimdi rahatımıza kıyıp ses vermezsek, maddi ve manevi fedakârlıklarda bulunmazsak, yarın sahip olduğumuz maddiyat da bizi harekete geçirmeyen maneviyat da bir işe yaramayacak!.. O gökdelenlerimiz yüreklerimizi delecek, bankalara istif ettiğimiz ve cebimizdeki paralar yılan olup bizi sokacak, oturduğumuz koltuklar yağlı kazık olacak, zamanında etmediğimiz fiili ve kavli dualar günahlarımızı temizlemeyecek!..

Müslüman'ın Müslüman'dan başka dostu yok maalesef ki!.. BM'de Halep için verilen ateşkes önerisinin Rusya ve Çin tarafından veto edilmesi de bunu gösteriyor!.. Kâfirler, kâfirliklerinde bu kadar şedit olup safları sıklaştırırken biz Müslümanlar armudun sapı, üzümün çöpü gibi meselelerle hâlâ ayrışmaya, kavga etmeye, birbirimizin arkasından kuyu kazmaya devam edelim!..

Vakit çok geç olmadan birlik olalım, Müslüman kardeşlerimizin dertleriyle dertlenelim; başta Halep'teki kardeşlerimiz olmak üzere zulme uğrayan tüm Müslüman kardeşlerimize yiyecek olalım, içecek olalım, giyecek olalım, yakacak olalım!.. Eğer ki olamıyorsak bir işe yaramıyorsak, varlığımız ve yokluğumuz arasında bir fark yoksa en iyisi mi yok olalım!.. En azından kardeşlerimiz, yokluğumuzu bilip ona göre tedbir alırlar.

Demem o ki Halep yanarken yüreğimiz yanmıyorsa dünyada da ahirette de yanmaya hazır olalım!..

Keşke İnsanlık Parayla Alınabilseydi ya da Zekâtı Verilebilseydi

Ülkemizde zaman zaman bazı felaketler yaşanıyor. Canımızdan can gittiği, yüreklerimizin yandığı zamanlar oluyor. Kahroluyoruz, ölüp ölüp diriliyoruz ama imanımız, inancımız sayesinde atlatıyoruz tüm sıkıntıları hamdolsun!..

Millet olarak metanetliyiz, acılar karşısında isyan etmiyoruz; sabrediyoruz, dua ediyoruz, şükrediyoruz!..

Ancak bizim felaketimiz üzerinden timsah gözyaşları döküp ülkeyi karıştırmak, milleti karşı karşıya getirmek, acılarımızdan rant elde etmek, halkı sokaklara dökmek isteyen, insanlıktan nasibini almamışları görünce tüm soğukkanlılığımı yitiriyorum. Onlardaki hainliği, kalleşliği, fitneciliği gördükçe bu hainleri bir kaşık suda boğmak istiyorum.

Başımıza bir felaket gelince hemen lağım çukuru ağızlarını açıp çevreye lağım saçıyorlar ya nasıl tiksiniyorum böylesi tiplerden!.. Midem bulanıyor, akıl sağlığım bozuluyor, normal düşünebilme yetimi kaybediyorum.

Sonra milletimizin duruşunu, bu şarlatanlara prim vermeyişini, yaşanan felaketler karşısında isyan etmeyişini görünce kendime geliyorum.

Sanki biz diyoruz ki yetkililer eleştirilmesin, sorumlular cezalandırılmasın, ihmali görülenler hesap vermesin!..? Ama az bekle, olay bir soğusun, insanların acıları hafiflesin!..

Ah şu insanlık, zekâtı verilecek bir şey olsa diyorum!.. Ortalama insanlarımız, kendilerindeki insaniyetten birazcık verebilse şu sosyal medya şarlatanlarına; parası çok, insanlıktan nasibi yok olan, parayı ilah edinmiş kapitalist sapıklara!.. Sanatçı geçinen ama ortaya sanat namına hiçbir eser koyamamış, ya Allah vergisi vücudunu teşhir ederek ünlü olmuş ya kendileri gibi sığ geri zekâlıların üzerinden prim yaparak şanını yürütmüş ya da sahip olduğu maddi güç ve hayvanca sürdürdüğü sapık ilişkiler sayesinde magazin medyasında yer alarak gündemde kalmayı başarmış embesillere de birazcık zekât verip insan sınıfına dâhil etmek mümkün olsa bu yaratıkları!..

Ya da parası olup insan olamayanlar, parayla insaniyet satın alıp insan sınıfına yükselebiliyor olsa!.. Gerçi onların parayı böyle hayırlı bir olay için harcayacaklarını pek sanmıyorum ama!..

Bu öfkemin sebebi sadece bir olay değildir, bir birikimin sonucudur ama bardağı taşıran son damla, memleketim olan Adana'nın Aladağ ilçesindeki yurtta çıkan yangında on iki ana kuzusunun Hakk'ın rahmetine kavuşmasından sonra özellikle sosyal medya üzerinden yapılan paylaşımlardır!.. Facianın üzerinden daha saat geçmeden yapılan paylaşımlara birkaç örnek vereyim:

"Siz değil misiniz bugün Aladağ'daki gibi tarikat yurtlarında heder edilen çocukları değil de leş partinizi ve cemaatleri korumaya çalışan?"

"Çocuklarını korumayan, koruyamayan bir devlet, bir hükümet neye yarar ki!"

"Soyup soğana çevir Allah de! Öldür, katlet kader de! Tecavüz et rızası vardı de! Yolsuzluk yap caiz de! B.k sizden temiz..."

"Küçücük kızları tecavüzcüsüyle evlendirmek için uğraştığınız kadar güvenlikleri için uğraşmadınız lan!"

Bu mesajları paylaşıp bu milletin dinine, imanına, kutsal bildiklerine saldırıp siyasi mesajlar verme ve kendi dünya görüşüne alan açma kaygısında olanlara öfkelenmek de haksız mıyım sizce?

Dolara ve Euroya Paydos ama Devletimiz Önden Buyursun

Son günlerde özellikle sosyal medyada "dolar" ve euro" almamak, daha önceden alınmış ise de bozdurmak amaçlı kampanyalar var. Döviz almamayı, alınmışsa bozdurmayı "vatanperverlik" göstergesi; almayı ve bozdurmamayı ise vatana ihanet derecesinde gören paylaşımlar, ilanlar, afişler her yerde karşımıza çıkıyor.

Bir de bunların tam karşıtı görüşleri savunan; ülkede kriz çıksın, siyasetçiler zor durumda kalsın, Cumhurbaşkanı itibar kaybetsin vb. diye elini ovuşturan muhalif görünümlü vatan hainleri var. Bunlar ayrı bir yazı konusu, onlar okkalı bir yazıyı hak ediyor ama şimdi önceliğimiz içerideki değil, dışarıdaki gâvurlar!..

Evet, ülkemiz üzerine oynanan oyunları bertaraf etmek, ülkemizde çıkarılmaya çalışılan ekonomik krizi önlemek için vatandaşlar olarak ne gerekiyorsa yapalım. Gâvura karşı, gâvurun oyunlarına karşı uyanık olalım; onların oyunlarını, hilelerini başlarına geçirelim. Devletimizi maddi ve manevi her şekilde destekleyelim. Bu devlet bizim, gidebilecek ikinci bir ülkemiz yok ve bizi kanatları altına alabilecek başka bir devlet de yok!.. Değil doları ve avroları bozdurmak, gerekiyorsa dolar ve eurolarımızı devletimize hibe edelim. Yeter ki devletimiz zarar görmesin, itibar kaybetmesin, aç kurtlar sofrasında tek dişi kalmış canavarlara yem olmasın!..

Nitekim milletimiz, 15 Temmuz darbe girişiminde kanını ve canını vererek, sonrasında ise cebindeki dövizleri çekinmeden TL'ye çevirerek üzerine düşen fedakârlığı yaptı. Zor zamanda devletinin yanında oldu, gerektiğinde canını bile vermekten çekinmedi; bundan sonra da çekinmeyecektir. (Yine burada döviz almak için dövizcilere koşan, kapağı yurt dışına atmak için hazırlık yapan, krizleri fırsata çevirmek için pusuda yatan vatan haini kerizleri unutmuş değilim. Onlara da sıra gelecek.)

Bu millete karşı devlet de üzerine düşen sorumlulukları daha titiz yerine getirmeli. Devleti sağılacak koyun gibi görenlere göre değil; devletini uğruna can verilecek kutsal bir ocak görenlere göre politika belirlemelidir. Krizi fırsata çevirmek için fırsat kollayan kerizlere karşı hem vatandaşını korumalı hem de bu hainlerin devlet ve millet üzerinden nemalanmalarının önüne geçmelidir.

Ülkemiz güzel bir ülke, milletimiz necip bir millet, devletimiz büyük bir devlet hamdolsun!.. Böyle büyük bir devlet, hâlâ vatandaşa sunduğu bazı hizmetleri(!) dolar ve euro üzerinden ücretlendiriyorsa devlet ve devlet yöneticileri; bu necip millete hakaret ediyor, bu necip millete hak ettiği değeri vermiyor demektir. Köprü ücretlerinin bile dolar ve euro üzerinden hesaplandığı bir ülkede bu milletten sürekli fedakârlık istemek, ayıptan öte bir şeydir. Bu devlet, sunduğu her hizmetten kâr elde etmeye çalışan bir devlet olmamalı; vatandaşına hizmet etmeyi sosyal devlet olmanın gereği bilen bir devlet olmalı!.. Devletimiz, vatandaşına sunduğu hizmetleri(!) dolar ve euro üzerinden hesaplamaktan bir an önce vazgeçmeli, A'dan Z'ye tüm ücretlendirmeleri TL üzerinden yapmalıdır.

Kendi para birimine güvenmeyen bir devlete vatandaş neden güvensin ki?

27 Kasım 2016 Pazar

İyi ki Varsın CHP!..

Düşünüyorum da ülkede iyi ki CHP var. CHP olmasa ülkemiz; krizlere, kargaşalara, fitnelere karşı böylesine şerbetli olamazdı. Eğer ki CHP olmasa milletimiz arasında bu kadar birlik ve dirlik olamazdı. Milletimiz; değerlerine, dinine bu kadar sahip çıkıp onları koruyamazdı. Zamanla yozlaşıp kendi değerlerimizi terk etmediysek bunu CHP'ye borçluyuz. İyi ki varsın CHP!..

Bakıyorsunuz CHP iktidarında camiler ahıra çevrilmiş, Kur'an öğrenmek yasaklanmış, ezan Türkçeye çevrilerek ucubeleştirilmiş, bir şapka kanunu çıkarılarak yüzlerce insan asılmış ve şehirler bombalanmış; bir âlim (İskilipli Atıf Hocaefendi) kanun çıkmadan üç yıl önce yazdığı bir makaleden dolayı idam edilmiş. Bunları gören Müslümanlar ne yapmış? Özüne dönmeyi hatırlamış, kendine unutturulmaya çalışılan ne kadar değer varsa hepsine daha bir sıkı sarılmış; CHP dışında kim varsa orada saf tutup kenetlenmiş. Bunu sağlayan CHP'ye nasıl minnettar olunmaz? İyi ki varsın CHP!..

Millet İstanbul'un fethiyle gururlanıp fethin sembolü ve Fatih Sultan Mehmet'in yadigârı Ayasofya'ya gönülden bağlı iken CHP ne yapmış? Kiliseye çeviremediği için Ayasofya'yı müzeye çevirmiş. Millet hâlâ Ayasofya'da kılacakları bir namazın hayaliyle yanıp tutuşuyor, CHP hâlâ milletin değerleriyle vuruşuyor!.. Değerleriyle savaşta, düşmanlarıyla oynaşta olan CHP'ye karşı olmak da millet için hep revaçta!.. Millete bu bilinci kazandıran CHP'ye kızmak mı lazım, yoksa varlığı için dua mı etmek lazım? İyi ki varsın CHP!..

Millete sırtını dayayarak iktidara ulaşamayan CHP, darbelere alkış tutup darbecilerle iş tutmuş. Darbecilerle birlik olup başbakan ve bakan asmış, halka sürekli korku pompalamış; demir yumruk olup halkın kafasına inmiş hep. Ama millet ne yapmış? CHP yönünü nereye çevirmek istediyse tam ters istikamete yönelmiş, CHP'yi kalabalıklar içinde yalnız bırakmış. Milleti hep bir arada tutmuş CHP'nin yaptıkları!.. Eee bu durumda CHP'ye teşekkür etmek gerekmez mi? İyi ki varsın CHP!..

28 Şubat gibi bir zulüm dönemi yaşatıp çeşitli şekillerde ayrışmış, birbirinden uzaklaşıp birliğini yitirmeye başlamış Müslümanların tekrar bir araya gelmesini, yek vücut olmasını sağlayıp milletin değerleriyle yoğrulmuş kadroların iktidar olmasını ve uzun yıllar iktidar kalmasını sağlayan CHP zihniyetine bir alkışı, bir teşekkürü çok görmeyin!.. Tek isteği, inandığı gibi yaşamak olanları hapislere tıkan; 28 Şubat'ın mimarlarını partilerine alıp meclise sokan CHP zihniyetini minnetle anmak(!) boynumuzun borcudur!.. Millete, milletin değerlerine bu kadar aleni savaş açmasa bizler CHP'yi sıradan bir parti sanacaktık. "CHP, bir parti değil; Türk'e dinini, dilini ve özünü kaybettirmeye memur, bir katliam müessesesidir."sözüne vakıf olamayacaktık, O zaman CHP'ye kızmayıp CHP'nin kıymetini bilelim!.. İyi ki varsın CHP!..

Hiçbir zaman devletin, milletin yanında saf tutmayan; devlete savaş açan, millete ve değerlerine düşman olanlarla omuz omuza olan CHP'yi de anlayın bir zahmet!.. CHP olmasa teröre savaş açanla teröre kucak açan arasındaki farkı bu millet nasıl anlayacaktı? İyi ki varsın CHP!..

Namussuz Namuslu

"Dışının görünüşü içinin aynasıdır;

Açıl kızım utanma, bu devrin modasıdır."

dizelerini tekrar eder "Reçete" şiirinde Üstad Abdurrahim Karakoç!.. Son günlerdeki "tecavüzcüye af yasası" diye beyaz Türklerin ve onların temsilcisi durumundaki muhalefetin yeri yerinden oynatması, bana üstadı ve bu şiirini hatırlattı.

"Namus, bekâret, ahlak, gelenek" vb. kavramları ayak bağı görüp milletin önem verdiği bu değerleri yok etmek için elinden geleni yapanlar, bir anda ehl-i namus olup ahlak abidesi kesildiler. Tabii ki hepimizin bildiği gibi amaç; üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek!..

Yıllardır bebeklikten itibaren kız çocuklarına ne kadar açılırlarsa o kadar güzel olacaklarını; ahlak, namus, edep kavramlarını ne kadar terk ederlerse o kadar modern ve saygın olacaklarını empoze edenler, bir anda ahlak timsali oldular.

Yıllardır "Açıl kızım utanma, bu devrin modasıdır!" deyip müstehcenliği teşvik edip örtülüleri öcü gibi gösterenler, bekâretin ve bekârete önem verenlerin ne kadar banal ve yobaz olduğunu gencecik beyinlere kazımak için atmadık takla bırakmayanlar, şimdi kalkmışlar tecavüze karşı olduklarına inanmamızı bekliyorlar.

"İç votkayı, şarabı; sokaklarda nâra at.
Medeniyet sizlerle yükselmektedir kat kat(!)
Çeşni ruha gıdadır, her gün bir yatakta yat..."

öğüdünü(!) TV'lerden, İnternetten, eğitim kurumlarından her gün kızlara ulaştırıp taciz ve tecavüzün artması için âdeta ortam hazırlama yarışında olanlar; şimdi kalkmışlar namus edebiyatı yapıyorlar!..

"Artist ol, filim çevir; ismine yıldız derler...
Bin kez kürtaj yaptırsan gene sana kız derler!
Çıplak resim çektirsen, ne şahane poz derler."

diyerek bir cinayet olan kürtajı savunup küçücük kızları bu iğrenç fikirlerine alet edenler, zinanın serbest olmasını ve zina edenlere sınırsız özgürlük verilmesini savunanlar; şimdi ailelerin izniyle nikâh kıymış olanlarla ilgili yapılan bir düzenlemeyi yalanlarla, iftiralarla amacından saptırıyorlar.

"Mayoyla endam göster, git jürinin önünde,
Mahremini teşhir et her birinin önünde,
Seçil bir kraliçe imtihanın sonunda."

diyerek daha çocukluktan çıkmamış kızları, aç kurtların önüne atıp onları cinsel meta hâline getirenler, şimdi kız çocuklarını koruyacak öyle mi? Siz "ahlak, namus, edep" gibi kavramlardan sınıfta kalalı çok oldu. Bu konularda söz söyleyecek en son kişiler sizlersiniz.

Son söz olarak: Bu yasanın eksikleri, yanlışları olabilir; düzeltilmesi gerekebilir. Nitekim yeniden komisyona da gönderildi. Bu konuda hukukçular bir araya gelip tartışır, varsa uygulamada doğacak sakıncalar giderilir ve yasa tekâmüle erdirilebilir. Ancak bir ihtiyaçtan hareketle çıkarılmaya çalışılan bu yasa için hiçbir yapıcı öneri getirmeden algı operasyonu yapanlara çok fena öfkeliyim.

Yıllarca çocuk yaştaki kızları teşhir edip cinsel obje olarak kullananlar, içki masalarına meze yapanlar, nikâhsız birliktelikleri teşvik edenler; bir defa ahlaklı olsunlar ve sussunlar!..

Yine bu tartışmalar, Şener Şen'in oynadığı "Namussuz Namuslu" filmini aklıma getirdi!.. İzleyin bakalım, sizin aklınıza da bu tartışmaları getirecek mi?

Bitmeyen 28 Şubat Soğuğu

Başörtüsü, yüzlerce yıldır Müslüman kadınların başını örttü; kiminin ise aklını, ruhunu, vicdanını… Başörtüsü, başını inancı gereği örteni yüceltirken aklını ruhunu, vicdanını örtenleri ise insanlıktan çıkardı.

Ülkemizde yıllarca sürdü başörtüsü zulmü… 28 Şubat sürecinde ise zulüm zirveye çıktı. Önce üniversitelerde başladı zulüm. Başörtülüler, yıllarca alın teri dökerek kazandıkları, analarının ak sütü gibi helal olan üniversitelerden tek tek atılmaya başlandı. Başörtülülere zindan edilmişti tüm üniversiteler. Sonra bütün kamu kurumlarından ayıklandılar.

Geride ne hazin öyküler bırakılmıştı. Kimi öğrenciler, ailesinden habersiz okulu bırakmış; uzun zaman okulu bıraktığını kimseye söyleyememişti. Kimisi, ailesinden gereken desteği alamamış; okulu, ailesi, inancı arasında kalmış, psikolojisi bozulmuştu. Kimisi, hiç istemeye istemeye ülkesini terk ederek yurt dışında eğitimine devam etmek zorunda kalmıştı.

Şimdi üniversitelerde tamamen, devlet kurumlarında ise büyük oranda başörtüsü yasağı kalktı çok şükür.

Ancak kaybolan yıllar, heba edilen emekler, yıkılan hayaller geri gelmiyor. O dönemde alın teri dökerek girdikleri üniversitelerden acımasızca atılan üniversiteli hanımefendilere yeniden üniversiteye dönme hakkı tanındı ve birçoğu da okulunu yıllar sonra da olsa tamamlayabildi. Bir kısmı ise çoluk çocuğa karışmış olduğu için, okulunun bulunduğu şehirlerden farklı şehirlere yerleşmiş olduğu için vb. sebepler dolayısı ile okulunu bile tamamlayamadı.

Okulunu tamamlayabilen şanslı(!) hanımefendiler için ise bu defa farklı bir problem var: Okul bitmiş, diplomalarını almışlar ve çalışmak istiyorlar. Ancak gelin görün ki şartlar çok değişti. Eğer ki zamanında okullarını bitirseler devlet kademelerinde çok rahat iş bulup çok iyi şartlarda çalışıyor olacakken şimdi neredeyse çocukları yaşlarındaki insanlarla KPSS'de yarışmaları ve onları geçmeleri isteniyor!.. Hâlbuki onların mezun olacağı zamanlarda üniversite bitiren herkes isterse kendi bölümüyle ilgili devlette iş bulabiliyordu.

Bu hanımefendiler; o dönemin devlet yöneticileri ve kamu görevlileri tarafından zulme uğradılar, hayatları altüst edildi, hayalleri yıkıldı. Zararlarını tamamıyla telafi etmek, yaşanmışlıkları yok saymak mümkün değil ama en azından o zaman negatif ayrımcılığa maruz kalmış bu insanlara şimdi pozitif ayrımcılık yaparak uğradıkları haksızlığı bir nebze olsun azaltabilir devlet yöneticileri!..

Bu insanlar, herhangi bir koşula bağlı olmaksızın devlet kademelerinde istihdam edilebilir. Bu da bir lütuf olarak değil de verilmek de geç kalınmış bir hak olarak yapılmalı!.. Çünkü bu insanların inandığı gibi yaşama isteğinden başka suçları(!) yoktu!..

28 Şubat sürecinde zulme uğramış bu hanımefendiler, seslerini duyurmak için "28 Şubat Kadın Platformu" adında bir platform kurmuşlar. Devlet yöneticilerinden tek beklentileri, iade-i itibar görmek!.. Bence istek ve beklentileri de çok makul, oldukça alçakgönüllüler!.. Bu insanlara devlet, öncelikle maddi ve manevi tazminat ödemeli; sonrasında ise kaybolan yılların kısmen de olsa telafisi için aynı dönemde okuyup da devlet kademelerinde olan insanların seviyesinde iş imkânı sağlamalı!..

Bu konuda başta Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere hükûmet yetkililerinin bir an önce hareket geçmesini bekliyoruz!..

Şimdi değilse ne zaman???

Emrolunduğun Gibi Dosdoğru Ol; Allah Var, Gam Yok!..

Dünya gittikçe yaşanmaz bir hâl alıyor!.. İnsan, bazen umutsuzluğa kapılmıyor değil hani!.. İslam dünyasının ve Müslümanların içinde bulunduğu durumu, akan Müslüman kanını, ülkemiz dâhil olmak üzere insanların Müslümanlara bakış açısını ve tüm dünyanın Müslümanlara karşı şerde birleştiğini gördükçe karamsarlığa kapılmıyoruz desek yalan olur!..

Ama sonra "Allah bize yeter, o ne güzel vekildir!" (Âl-i İmran, 173) ayeti imdadımıza yetişiyor. "Ve kim Allah'a güvenirse o, ona yeter." (Talak, 3) ayeti rahatlatıyor. Yine "Gevşemeyin, hüzünlenmeyin! Eğer (gerçekten) iman etmişseniz üstün olan sizlersiniz." (Âl-i İmran, 139) ayeti tüm karamsarlığımızı umuda tebdil ediyor.

Sonra Müslümanlara (şimdilik) kan kusturanlara, İslam düşmanlarına, kendini "mikro tanrı" gören kibir abidelerine dönüp "Siz kimsiniz ya hu!.. Varlık sebebiniz bir damla su, sonunuz bir avuç toprak değil mi?" diyorum!..
Bende bir rahatlık, bir rahatlık ki sormayın!.. "Allah var, gam yok!" diyebildiğim ölçüde gam ve keder terk ediyor beni!..

"Ateşini söndürdün, suyunda kaldın,

Sütünü içtin de koyunda kaldın,

Bir ömür yaşadın, oyunda kaldın,

Dünyayı evlattan, maldan mı sandın?"

demiş ya şair!.. Ben de dünyaya bağlılığım azaldıkça Allah'a bağlandığımı görüyorum, Allah'a bağlandıkça da "Bu dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden ibarettir!" (Ankebut, 64) ayeti sarıp sarmalıyor beni, oyun ve eğlenceye çok kapılmaya gerek olmadığını anlıyorum.

Şair, "Derman arardım derdime/Derdim bana derman imiş." demiş... Derdimiz dermanımız, dermanımız derdimiz çoğu zaman!.. Dünya dertleri bizi biz olmaktan çıkarıyor, dünya dertlerini terk edince o dertler var ya dermana dönüşüyor. Para derttir, makam derttir, şan şöhret derttir!.. Ancak sen bu dertleri gönlüne koymazsan; parayı, makamı, şan ve şöhreti insanlığa hizmet için kullanırsan o dertler derman oluyor. Aksi takdirde her biri yılan olup sokuyor seni!.. "El kârda, gönül yârda" olunca kâr da yâr da hep bizim oluyor. Ancak "gönül kârda, el yârda" olunca kâr ziyana, yâr yabana dönüşüyor bizim için!..

Atalarımızın, "Ağılda oğlak doğunca derede otu biter." sözü aklıma gelince rızık kaygısı çektiğim zamanlara bir kez daha tövbe ediyorum. Rızkı garanti eden Allah'sa rızkın olanı engellemeye kimin gücü yeter ki!.. Siz hâlâ rızkınızı patronunuzdan, müdürünüzden vb. biliyorsanız tez zamanda kendinize gelin!..

"O dilerse azlar çok olur,

O dilerse varlar yok olur,

O dilerse açlar tok olur,

Tokluğu paradan puldan mı sandın?"

diyen şaire iyi kulak verelim. Rızkı verenle vesile olanı karıştırmayalım!.. Aksi takdirde kula kul olmaya başlıyorsunuz ve farkında bile olmuyorsunuz!..

"Allah'a güven, sa'ye sarıl, hikmete râm ol,

Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol"

demiş İstiklal Şairimiz M. Akif Ersoy!.. Müslümanca bir hayat sürmek, zelil olmamak için yapmamız gereken Allah'a güvenip doğruluktan ve doğru yoldan ayrılmamaktır. "Festakim kemâ ümirte!.." (Hud, 112) "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!.." demiş Rabbimiz!..

Emir büyük yerden, başka şansımız ve bahanemiz yok!..

16 Kasım 2016 Çarşamba

Dikkat, Ölüm Tehlikesi!

Hatırlarsınız, eskiden -hâlâ var mı yoksa- elektrik direklerinde, trafolarında bir kuru kafa ve altında da "Dikkat, ölüm tehlikesi!" yazardı. Bununla insanların elektrik çarpma tehlikesine karşı dikkatli olmaları sağlanmaya çalışılırdı.

Bir de dağlık bölgelerde yol kenarlarına çeşitli yabani hayvan resimleri konularak önünüze o hayvanlardan çıkabileceği konusunda dikkatiniz çekilmeye çalışılır.

Bir de kamyoncu edebiyatı vardır. Kamyonların arkasında şöyle yazar: "Kapılma rüzgârıma, sen de aldanırsın."

Bütün bunlar, nereden aklıma geldi; neden böyle bir girizgâh yaptım? Son ABD seçimlerinden sonra aklıma geldi.

Bu FETÖ, kimin sırtını sıvazlasa kırk günden fazla yaşamıyor; kime destek verse dünyası kararıyor, kim onlara yaklaşsa yanıp kül oluyor!..

Koskocaman ABD seçimlerinin kaderiyle de oynadı ya bu FETÖ!.. Kazanmasına kesin gözüyle bakılan Hillary Hanım, FETÖ desteği sonrasında tepe taklak gitti ya!.. Kazanacağına kendi bile inanmayan Trump Efendi'den fark yedi ya!..

Biz Türkiye olarak o kadar uyardık. Bunlar, bulunduğu ülkede büyük tehlikedir; ülkenizin selameti için atın ülkenizden dedik. Bize verin, biz artık şerbetlendik bunlara karşı, ancak biz onlarla baş ederiz dedik. "Men dakkadukka!" dedik, ama dinletemedik. Ama "Geçti Bor'un pazarı, sürün eşeğinizi Niğde'ye!" Hilary ablaları yandı, şimdi de onu destekledikleri için kendileri yanacak inşallah!..

Lanetullah, kendine tabii olanların önce dünyasını abat ediyor, ahiretini berbat ediyordu. Şimdi ise hem dünyasını hem ahiretini berbat ediyor, dokunan yanıyor.

Her tarafa kuru kafa resmi koyup "Dikkat, ölüm tehlikesi!.." yazdık, "Dikkat FETÖ çıkabilir!" levhalarını her yere astık ama gelin görün ki bizi dinlemeyen ve dinlememekte ısrar eden beyinsiz bir güruh var hâlâ!..

Lanetullah, yıllardır sürekli "Kapılma rüzgârıma, sen de aldanırsın!" deyip duruyor ama birileri yıllardır onun rüzgârına gönüllü kapılıp aldanmaya razı oluyor.

Önce onlara yakın olup dünyalık işlerini bir düzene koyup hak etmediği hâlde devlet kurumlarında bir şekilde yer alma, "köşe başını tutma, su akarken testiyi doldurma" kaygısında olanlar vardı. Dinî hizmet yapma, kendini korumadan ziyade onların nüfuzunu kullanarak bir yerlere yerleşme gayretiyle onlardaki her türlü melanete razı olan, hiç eleştirmeyen tipler kol geziyordu. Orada bulunmanın kaymağını uzun süre yediler gerçekten, dünyaları abat oldu. Tabii o sırada kadınlar başlarını açmak, hizmet teranesiyle dinsiz donsuz adamlarla evlenmek suretiyle; erkekler içki içip karılı kızlı ortamlarda tam bir ehli dünya olarak yaşamak suretiyle ahiretlerini berbat ettiler. Ama dünyalıkları yerinde olduğu için çok da tınmadılar bu durumu!.. Ama gelin görün ki şimdi hem dünyaları hem ahiretleri berbat oluyor. Dünyalık tüm kazançlarını da kaybediyorlar tek tek!.. Bir sıçan gibi deliklerde yaşıyorlar, kodeslere tıkılıyorlar!..

Ne diyelim? "Akıl olmayınca başta, ne kuruda biter, ne yaşta!.." ya da "Akılsız başın cezasını ayaklar çeker!.."

Uyarması bizdendi!..

9 Kasım 2016 Çarşamba

Demokrasi Nereye Kadar, Düşünce Özgürlüğü Nerede Biter?

"Demokrasi" kavramı lastik gibi!.. Önüne gelen, kendine göre demokrasi tanımı yapıyor. Kafasına esen kendine göre, çıkarları neyi gerektiriyorsa ona uygun şekilde "demokrasi" kavramının tanımını, anlamını değiştiriyor.

Aynı şekilde "düşünce özgürlüğü" kavramının da cılkını çıkardılar. Düşünmekten bîhaber, anne rahmine düşünce, düşünce yetisi elinden alınmış zavallılar; yaptıkları her çirkefliği, her türlü provakatif açıklamayı, şiddet çağrılarını, tehdidi "düşünce özgürlüğü" altında meşru gösterme gayretinde!..

Bu "demokrasi" ve "düşünce özgürlüğü" nasıl bir örtüdür ki her türlü melaneti, ihaneti, suçu örtüyor. Bu örtüye bürünen herkes, her türlü haltı yiyecek; devlet ve kanunlar da ona dokunamayacak öyle mi?

Böyle bir koruma kalkanı, dünyanın neresinde var? Vatandaşları provoke edip sokakları savaş alanına çevir, onlarca insanın ölümüne sebep ol; sonra da sana dokunulmaya kalkınca demokrasiden ve düşünce özgürlüğünden dem vur.

Vatanımıza, vatandaşımıza kasteden teröristlerin yılmaz savunucusu ol; devlete karşı işlenen suçlarda teröristlerin avukatlığına soyun, hiçbir zaman terörün ve teröristin karşısında olma sonra da sana dokunulduğunda demokrasi kahramanı rolüne bürün!..

Vatandaşın bir kesimini yalanlarla, tehditlerle, çeşitli ayak oyunlarıyla kendi tarafına çek; sonra senin gibi düşünmeyen, sana karşı olanları linç ettir, evinden sürdür ama en demokrat sen ol!..

Tek suçu senin gibi sırtını teröre ve teröriste dayamamış olan, devletine ve milletine bağlı olmaktan başka suçu(!) olmayan gencecik fidanları; provoke ettiğin kalabalıklara hunharca katlettir, sonra da sen elini kolunu sallayarak dolaş, farklı fikirlere açık olmaktan bahset!..

Vatan toprağının bir bölümünü koparıp piyon bir devletçik kurmak için bölücülük faaliyetlerinde bulun, devlete karşı her türlü faaliyetin içinde yer al, hiçbir şehit cenazesine gitme ama hiçbir terörist cenazesinden ise geri kalma; ondan sonra da senin iyi bir vatandaş ve siyasetçi olduğuna inanmamızı bekle!..

Bugüne kadar yaptıklarınızla ve yapmadıklarınızla size tanınan hoşgörüyü, toleransı, iyi niyeti pervasızca tükettiniz. Bundan sonra sizin bu ülke ve bu millet için en küçük bir iyi niyet beslemeyeceğiniz, en ufak bir hizmet üretmeyeceğiniz o kadar aşikâr ki... Bundan sonra ne aptal bir demokrat ne saf bir düşünce özgürlükçüsü oluruz.

İlkesel olarak demokrat olan, demokrasiyi suç işlemek için fırsat olarak görmeyen; düşünen ve bu millet için fikirler ortaya koyan herkese sonsuz saygı duymaya devam edeceğiz. Ancak kavramları kendi çirkin hedefleri için kullanan, bunları paravan yapıp her türlü melanetin içinde yer alanlara karşı ise hiç tahammülümüz kalmamıştır.

Birilerinin suç ileme, bölücülük yapma, gencecik fidanlarımızı şehit etme özgürlüğü(!) varsa devletin de onlar için en sert tedbirleri alma, onları bir daha bu fiilleri işleyemeyecek duruma getirme hak ve yetkisi vardır.

Dolaylı ya da doğrudan terörü ve teröristi aklamaya çalışan kesimleri de bu millet izliyor ve gerekli notları alıyor. Bilinsin istedim!..

Tayyip Erdoğan Kim, Başkanlık Kim?

Ana muhalefet partisi mensupları ve lideri, ağzını her açtığında "Recep Tayyip Erdoğan başkan olamaz!" diyor. Hatta sırtını PKK'ya dayamış olan partinin son seçimlerdeki sloganı da "Seni başkan yaptırmayacağız!" şeklindeydi.

Ne kadar Recep Tayyip Erdoğan düşmanı varsa başka ortak noktaları ve idealleri olmasa da hepsinin ortak noktası ve hedefi, onu başkan yaptırmamak!..

Burada söylemeden geçemeyeceğim: Recep Tayyip Erdoğan, bu ülkeye başka hiçbir hizmet yapmamış olsa sadece birleştirici özelliğiyle bile millete yaptığı hizmet yeter. %60'lara dayanan bir kitleyi kendini sevdirerek birleştiriyor, bir arada tutuyor; bir araya gelmesi mümkün olmayan, hepsi farklı telden çalan %40'lık kesimi de Erdoğan nefretiyle birleştirerek bir arada tutuyor. Milleti bu kadar birleştirip bir arada tutan ikinci bir lider yoktur herhâlde dünyada!..

Bu %40'lık kesim, "Recep Tayyip Erdoğan başkan olamaz!" diye tepinip duruyor. Bu konuda ben de bu %40'lık kesimle aynı düşünüyorum. Erdoğan'dan başkan olamaz; o kim, başkanlık kim? Neden Recep Tayyip Erdoğan'dan başkan olamaz size madde madde açıklayayım:
1.800.000 metrekarelik toprağı olan bir imparatorluktan 783.000 metrekarelik bir devlet mi ortaya çıkardı ki,
Önce halka dindar görünüp sonra halkın dinine ve diyanetine savaş açıp uyduruk bir "Şapka Kanunu" çıkarıp binlerce kişiyi asabilmiş mi ki,


İstanbul'un Fethi'nin sembolü olan büyük bir camiyi müzeye çevirerek ülkeyi, Müslümanları, Ayasofya'yı mahzun ve gözü yaşlı bırakabilecek cesareti(!) gösterebildi mi ki,


Kendine muhalif olanları, çeşitli uyduruk davalarla uyduruk bir İstiklal Mahkemesi'nde yargılatıp asabildi mi ki,


Ezanı Arapça’danTürkçe’ye çevirebildi mi, Kur'an okunup öğrenilmesini ve ibadetleri yasakladı mı ki,


T.C’nin parasının üstüne kendi resmini bastırabildi mi ki,


Bir başbakanı, birkaç bakanı darağacında sallandırabildi mi ki,


Ülkede darbe şartlarının olgunlaşması için milleti birbirine kırdırıp sonra da ülkeyi kurtarmış rolüne bürünerek bir sağdan, bir soldan gencecik fidanları asıp anaları ve babaları gözyaşları içinde yürek yangınıyla bırakabildi mi ki,


Her darbe girişiminde şapkasını alıp gitme uysallığını, 7 kez gidip 8 kez gelme başarısını ortaya koyabildi mi ki,


Ülkeyi ekonomik krizlere, çatışmalara, kardeş kavgasına sürükleyebildi mi ki,


Bu milletin dinini, diyanetini, örfünü âdetini, geleneğini göreneğini, değerlerini küçümseyip onlara savaş açtı mı ki ondan devlet başkanı olsun?

Bütün bunlara olumlu cevap veremiyorsun bir de devlet başkanı olmaya hevesleniyorsun!.. Batı'dan emir alıp onlardan gelen her şeyi kutsamayıp bulunduğun her ortamda onlara koşulsuz bir şekilde bağlılığını bildirmiyorsun; tam aksine Batı'ya, İsrail'e meydan okuyup onların tekerine çomak sokuyorsun bir de devlet başkanı olmaya kalkıyorsun!..

Yok paşam yok, bu şartlarda senin devlet başkanı olmana imkân yok!.. Sırtını Batı'ya dayamıyorsun, halka ve Hakk'a düşman olacağına hep onlara yakın duruyorsun; bu şartlarda seni başkan yapamayız!..

FETÖ Üyeleri Mağdur mu, Mağrur mu?

"Bizi bu duruma düşüren, hizmet yapıyoruz diyerek vatana ve millete ihanet etmemize ve terörist olarak anılmamıza sebep olan hoca bellediğimiz şarlatan Allah belanı versin!"

Son günlerin gündemde olan konusu FETÖ mağduru olan vatandaşlar, memurlar veya çalışanlar!.. Gerçekten mağdur olan, onlarla alakası olmayıp da bir şekilde listeye dâhil edilmiş olanlar az da olsa maalesef ki var. Gönül ister ki hiç kimse mağdur olmasın. Ancak yapılan büyük bir temizlik, yapılmak istenen ise FETÖ'ye mensup herkesi devlet kadrolarından temizlemek ve devlete, millete bir daha zarar vermeyecek şekilde kökünü kurutmak!.. Ancak bu kadar önemli bir meselede her şeyi tereyağından kıl çeker gibi de halledemezsiniz. Bu mücadelede bazı riskler, sıkıntılar olacak... Önemli olan, bu sıkıntıların yaşandığı fark edildiğinde devletin ve devlet adamlarının nasıl bir tepki verdiğidir. Bu konuda ise yapılanlar, devlete olan güvenimizi daha da pekiştirir durumdadır. Çünkü başvurular ve şikâyetler incelenerek haksızlık yapıldığı düşünülenlerle ilgili tekrar göreve iade kararı da verilmekte ve hakları geriye dönük olarak ödenmektedir.

Peki, FETÖ üyesi olup da sonradan pişman olan yok mu? Onlara tekrar bir şans vermek gerekir mi? Benim bu zamana kadar yaptığım gözlemlerde FETÖ üyesi olup da pişman olan yok. FETÖ üyesi olduğu için devlet kadrolarından ihraç edilmiş adamlara ya da kadınlara bakıyorum, en küçük bir pişmanlık emaresi yok. "Bizi bu duruma düşüren, hizmet yapıyoruz diyerek vatana ve millete ihanet etmemize ve terörist olarak anılmamıza sebep olan hoca bellediğimiz şarlatan Allah belanı versin!" diyecekleri yerde hâlâ Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'a hakaretler ve küfürler yağdırıyorlar. Hâlâ başlarına geleni Reis'ten biliyorlar. Bunlar mağdur değil, hâlâ mağrur!.. Kibir paçalarından akıyor. Hâlâ kendilerinin seçilmiş kişiler, "Lanetullah"ın da ismet sıfatına mazhar olduğuna, hatası ve günahı olmayacağına inanıyorlar.

Durum böyle olduğu hâlde özellikle ana muhalefet partisinin "Vatandaşlar mağdur ediliyor." teranesini sürekli gündemde tutmasının sebebi nedir? Bunun sebebi, FETÖ operasyonlarını da sulandırmak, buradan hareketle hükûmeti ve Reis'i köşeye sıkıştırmak... 246 şehit vermişiz, binlerce gazimiz var, FETÖ üyeleri ülkeye ihanet etmiş, ülkeyi birilerine peşkeş çekmeye kalkmış umurunda mı CHP'nin? Olur da vatandaş mağdur ediliyor diye millet, tepki göstermeye başlarsa CHP'ye de gün doğacak... Vatan, millet zaten CHP'nin umurunda değil. Varsa yoksa hükûmetin ve Reis'in itibarını azaltarak kendine oradan pay çıkarmak!.. Recep Tayyip Erdoğan zarar görsün de AK Parti iktidardan indirilsin de ülke batsın sorun değil...

Devletin, milletin yararına olduğunu düşündüğümüz bir meselede bir gün CHP'yi koşulsuz bir şekilde devletin ve milletin yanında görsek acaba bu mesele devletin ve milletin yararına değil mi ki diye düşünmeye başlayacağız. Yaptıkları ve yapmadıklarıyla bizi böyle düşünmeye sevk eden ise CHP'dedir.

Sözün özü, FETÖ soruşturmasını ve operasyonlarını sulandırmaya çalışan CHP'nin söylediği gibi -istisnalar olsa da- mağdurlar ordusu yok ortada!.. Mağdur değil, mağrur olan; kibri paçalarından akan FETÖ üyeleri cirit atıyor hâlâ ülkede!..

27 Ekim 2016 Perşembe

Her Kapıyı Açan Anahtar: Bir Selam ve Hoş Bir Kelam

Önce gönlüm İstanbul'a düştü, sonra üniversite okumak için yolum düştü... Okul bitti, iş hayatına atıldık; ömrümüzün kalan kısmından günler, aylar, yıllar düştü İstanbul'da... Saçlarım burada düştü tek tek, sakalıma aklar burada düştü... Bazen hedeflerime ulaştım, bazen hayallerim suya düştü fakat İstanbul'dan ayrılmak aklıma hiç düşmedi... Ancak buradaki kısmetimiz artık düşmüş olmalı ki son öğretmen atamalarında payımıza Sarıkamış düştü... Benim de içime bir hüzün düştü... Dedim bu Sarıkamış nereye düşüyor? Haritaya baktım, Allahüekber Dağları'nın eteğine düşüyor. İstanbul'dan ayrılıp ta Kars Sarıkamış'a gidip gitmemek konusunda ikileme düştüm... Sonra kızdım kendime ve şöyle dedim: "Allahüekber Dağları ki orada 90 bin Mehmetçik şehit düşmüş, sen oraya gitme konusunda karasızlığa düşüyorsun." Çok ağır kelimeler düştü dilime ama sustum. "Bu vatanın her karış toprağı bizden hizmet bekler, bize de vatana ve millete hizmet etmek düşer; yoksa bu vatan düşerse tüm İslam coğrafyası düşer." düşüncesiyle yollara düştüm... Ben Kars'a düşmeden Kars ve Sarıkamış'a yılın ilk karı düşmüş, sıcaklık da eksilere düşmüş. Ancak gelince gördüm ki buralarda insanlık hâlâ düşmemiş.

Havaalanından şehir merkezine gitmek için minibüs beklerken Zeki Akça adında bir abimiz, arabasıyla duruyor. Kendisi emekli TEDAŞ müdürü... Şehir merkezine gidiyorsan götüreyim, diyor. İl millî eğitim müdürlüğüne ulaşıyoruz... Ancak Zeki abi, beni bırakmıyor ve işlerimi halledene kadar bana refakat ediyor. Daha ilk günden bir dost kazanıyoruz.

Önceden Kars'ta görev yapmış olan, İstanbul'dan dostumuz Nevzat Onay'ın selamıyla tanışmak için birkaç kişinin yanına gidiyorum. Uğradığımız insanlardan öyle izzet ikram görüyoruz ki... İçimdeki olumsuz duygular bir bir dağılıyor.

Kars'taki işlerimiz bitince Sarıkamış'a ulaşıyoruz. İlçe Millî Eğitim'e vardığımızda işlerimiz o kadar kısa sürede hallediliyor ki... Hem de mesai saati bitmesine rağmen...

Sonraki gün Sarıkamış Anadolu İHL'ye gidiyorum. Başta okul müdürü Binali Bey olmak üzere tüm öğretmen kadrosu tarafından oldukça sıcak karşılanıyoruz. Özellikle İsmail Karaca Hocamız, o kadar yakinen ilgileniyor ki... Sayesinde 24 saat içinde evi tutup büyük bir kaygıdan kurtuluyorum. Ev sahipleri Ömer ve Ebubekir Beylerin alçakgönüllülüğü, tok gözlü oluşu ise ayrı bir övgüye değer nokta...

Burada gördüğüm sıcak ilgi, insaniyet, yardımlaşma; tüm olumsuz duygularımı üç gün içinde olumluya çeviriyor.

İstanbul'a dönerken Sarıkamış minibüsünden inip havaalanına yürürken uğradığım Karayolları Camii İmamı İbrahim Yıldız Hocamızı da anmadan geçemeyeceğim. Duvar dibinde baktım bir semaver kaynıyor, yanında da bir adam... Ben sadece selam verdim, ama hocamızın öyle içten bir selam alışı vardı ki... Namaz öncesi ve sonrasında İbrahim Hocamızın o hoş sohbeti eşliğinde içtiğimiz semaver çayının tadı da bir başkaydı... Yolunuz düşerse İbrahim Hoca ile muhabbet edip bir çayını için!..

Kısacası Anadolu bir başka!.. Buralarda hâlâ bir selam, her kapıyı açıyor; hoş bir kelam, tüm ayrılık gayrılıkları aşıyor!..

22 Ekim 2016 Cumartesi

Onlara Vermezken Size Neden Vereyim

Şehrin hayırsever vakıflarından birindeki çalışanlar, şehrin enbaşarılı avukatından henüz herhangi bir bağış almamış olduklarını farkettiler.Bağış toplama görevindeki kişi, avukatı bağışta bulunması için ikna etmeye çalışıyordu:"Araştırmalarımıza göre yıllık geliriniz en az 500 bin dolar, ancak bugüne kadar hiçbir hayır isine bir kuruş bağışta bulunmamışsınız. O paranın bir kısmını bir şekilde topluma iade etmek istemez miydiniz?"Avukat bir süre düşündükten sonra,"Araştırmalarınız, annemin uzun bir hastalıktan sonra ölmek üzere olduğunu ve hastane masraflarının yıllık gelirimin birkaç kat üstünde olduğunu da gösterdi mi?"Görevli utanarak"Şey, hayır!.." dedi."Sonra, kardeşimin malul bir gazi, kör ve tekerlekli iskemleye mahkûm olduğunu?.."Görevli, utancından kıpkırmızı kesilmiş bir hâlde özür dilemeye çalışırken avukat onun sözünü kesti:"Ya da kız kardeşimin kocasının bir trafik kazasında öldüğünü ve onu üç çocuğuyla beş parasız bıraktığını?"Görevli yerin dibine geçmişti, sadece,"Hayır, hiçbir bilgim yoktu ..." diye mırıldanabildi.Avukat bir kez daha onun sözünü keserek devam etti:"Pekâlâ, ben onlara zerre miktar para vermezken size niçin vereyim?"

Şu anda Türkiye'de sermayeyi elinde tutanlar, aynen bu hikâyedeki avukata benziyor. Sermayeyi elinde tutan ve ekonomiye yön veren belli şirketler; milletin üzerinden kazandıkça kazanıyor, devletin ve devlet adamlarının kendilerine sağlamış olduğu imkânları tepe tepe kullanıyor. Ama bu kazançlarından millete pay ayırmaları, milletin sırtından kazandıklarının bir kısmını milletin refahı için kullanmaları, millete daha fazla aş, iş vermeleri istendiğinde o kadar gaddarlaşıyorlar ki insan hayretten küçük dilini yutuyor. Her yıl milyarlarca dolar kâr açıklayan şirketlerin bu ülkeye sağladığı katma değer devede kulak bile değil.

Özellikle bankalar, bulduğu her fırsatta milletten bedava kazanç sağlamak için her şeyden para kesiyor, hükûmetin vatandaş lehine yaptığı her küçük düzenlemeden sonra "öldük, bittik, battık" açıklamasıyla feryat figan edip yeri yerinden oynatıyorlar. Ama yıl onu gelip sıra kâr açıklamaya geldiği zaman, yüksek kâr açıklamak için birbirleriyle yarışıyorlar ve açıkladığı rakamlarda en küçüğünde yüz milyonlarca dolarlar havalarda uçuyor.

Sıra çalışana hakkını vermeye, sosyal yardımlarda bulunmaya geldiğinde ise iş adamlarının ve şirketlerin vicdansızlıkta sınır tanımadığı görülmektedir. Çalışanın SGK'sından çalma, verebileceği ücretin en azını verme vb. konularda insanlığın ve insaniyetin sınırlarını zorlayan tutum ve davranışlara şahit oluyoruz.

Cumhurbaşkanımızın "Kefenin cebi yok!.." uyarılarına rağmen sermaye sahiplerinin her geçen gün daha kapitalist, daha acımasız olduklarını söylersek yanlış olmaz sanırım... Hele bir de Cumhurbaşkanımız R. Tayyip Erdoğan gibi bir lider, AK Parti gibi güçlü bir iktidar olmasa bu sermaye sahiplerinin bu millete neler yapabileceğini düşünmek bile korkutuyor insanı!..
Ne diyelim Allah, büyük sermaye sahibi iş adamlarını da asgari insaniyet sınırları içinde tutsun!.. Hepsine insaf, izan, vicdan versin!..

İlan-ı Aşk ve Elveda

Seni görmeden âşıktım sana!.. Uzaktan uzağa seviyordum seni... Hiçbir arada bulunmamıştık, sana hiç gelmemiştim!.. Sadece resimlerinden, hakkında okumuş olduklarımdan ibarettin benim için... Ama yine de vurgundum sana; seni görme yakından görme arzusu beni kendimden geçiriyordu. Seninle olacağım günlerin özlemi, hayali, düşüncesi bile mutlu olmam için yetiyordu. Hayallerimi süslüyordun, sensizken yaşamıyordum desem belki doğru olmaz ama seninle yaşamanın hayali bile kanımın daha hızlı akmasına, kalp atışlarımın hızlanmasına yetip de artıyordu!..

Ama senin âşıkların çoktu; senin için her şeyinden vazgeçmeye, seninle olmak için yurdunu yuvasını terk etmeye gönüllü o kadar çok kişi vardı ki!.. Senin endamın, güzelliğin, çekiciliğin âşıklarının ruhunu eritip bir kalıpta donduruyordu. Sen zaman, mekân aşıp geçmiş sevgiliydin. Geçmişine sıkı sıkıya bağlıydın, tarihinden kopmuyordun ama geleceğe doğru da emin adımlarla yol alıyordun. Sana baktıkça geçmişin ağırbaşlılığını, geleceğin cazibesini görmemek mümkün değildi. Aynı anda hem geleneksel hem moderndin. Geleneksel düşünen, geçmişine bağlı yaşayan da sana âşıktı; modern olup konfora düşkün, yüzü geleceğe dönük yaşayan da...

Hele o sürekli giydiğin maviler yok mu? Üstüne mavi, altına mavi... Bir de boynuna takmış olduğun gerdanlıklar... Önceden ikiydi, şimdi artık üç... Hele baharda o mavi elbiselerine süs olan erguvan rengi ve kokusu, hangi âşığın başını döndürmez ki? Herkes sana âşık, genç ihtiyar!.. Güldürdüklerini bırak, ağlattıkların bile bahtiyar...

Bu kadar âşığın varken, herkes peşinde pervane olurken, senin için her şeyi göze alırken bana mı yâr olacaktın? Pek de umutlu değildim doğrusu... Hatta umutsuz... Ancak 19'umdan 20 yaşıma doğru yol alırken ilk defa sana geldim, seni yakından gördüm. Senin hakkında dinlediklerim, okuduklarım hiçbir şeymiş; sen tüm anlatılanların çok ötesinde bir güzelliğe sahiptin. Seni görünce nutkum tutuldu, kendimden geçtim, sende kayboldum, yok oldum sende... Rabbim; ne güzeller, ne güzellikler yaratmış ama her güzelden sana bir parça güzellik bahşetmiş. Sana bakmaya kıyamadım, baktıkça doyamadım.

Gösterişi sevmem, tesettürün farz olduğuna inandığım için açılıp saçılan, güzelliğini ortaya döküp teşhir edenlere tepkili ve mesafeliyim. Ancak sen güzelliğini ortaya döküp teşhir ettikçe sana daha çok bağlandım. O kadar ki sen bana çile çektirip eziyet ettikçe sana yaklaştım, sana bağlandım. "Öl desen ölürdüm, yan desen yanardım; sev dedin sevdim, anlamadın…" Seninleyken çok çile çektirdin. Bir günün diğerini tutmadı. Senin için çok fedakârlıkta bulundum, oflayıp pufladığım zamanlar olsa da hep sana sadık kaldım. Çok nazlıydın, ancak yine de usanmadım senden!.. Ama anladım ki artık sen bana yâr olmadın, olmayacaksın, olamazsın!.. Zamanımı çaldın, ömrümü aldın, artık dudaklarımda bir şarkı olarak kaldın!.. Bundan sonra yeni âşıklarınla mutluluklar dilerim sana!.. Yine seni sevmeye devam edeceğim, ancak 20 yaşımdan önce olduğu gibi sadece uzaktan seveceğim.

Ah İstanbul!.. Hayallerimin şehri... Elveda sana!..

17 Ekim 2016 Pazartesi

CIAmaat'in Darbesinden Kurtulamayan Kim?

Malum olduğu üzere MİT kriziyle başlayan ve 17-25 Aralık, 15 Temmuz darbe girişimlerinin üzerinden bir hayli zaman geçti. Aslında darbe girişimlerinin alt yapısının uzun zamandır atıldığı ise her geçen gün daha aşikâr olmaya başladı. Meğer camia; hizmeti, hoşgörüyü, mülayimliği çoktan bırakmış da cevval bir darbe heveslisi olmuş. Biz Müslümanlar ise dünyanın dört bir yanında ülkemizi tanıtıyorlar, kimsesizlerin kimsesi oluyorlar, eğitim faaliyetlerinde bulunuyorlar vb. gerekçelerle göz önünde olan çarpık zihniyet yapısına, sakat İslam anlayışına saf saf göz yummuşuz yılarca.

Yıllardır gazetelerinin çok satmasından kendimize pay çıkardık. STV’deki maneviyat hırsızı dizileri içimize sinmese de aklamaya çalıştık bir şekilde. Camiaya ait devasa şirketlerle gurur duyduk. Onlar bizim giremediğimiz kamu kurumlarına girip kilit noktalara geldikçe kendimiz oralara yerleşmiş gibi sevindik. Dershanelerine, kolejlerine on binlerce öğrenci toplamalarını gıptayla izledik, hatta destekledik çeşitli şekillerde. O öğrenciler üzerinde laboratuvar çalışmaları yaptıklarını, onları birer kurşun asker olarak yetiştirdiklerini görmezden gelerek…

Bulundukları ortamlarda kendileri dışında hiçbir cemaate, kendilerine mensup olmayan bir Müslüman’a yaşam hakkı vermemelerini görmezden geldik. Kendileri dışında dost bildikleri bir İslami oluşum, bir kitle, bir dernek, bir vakıf olmadığını yaşayarak öğrenmemize rağmen saf saf mazeretler bularak kendimizi kandırdık.

28 Şubat’ta takındıkları tavır, başörtüsü zulmü karşısında duruşları bile kendimize getiremedi biz Müslümanları.

Yerleştikleri kamu kurumlarında ilk iş olarak oradaki İslami hassasiyet sahibi kendilerinden olmayan insanları tasfiye etmeleri, bulundukları hiçbir kamu kurumuna kendileri dışında bir gruba mensup Müslüman’ı sokmamaları bile gerçek yüzlerini görmemizi sağlayamadı.

Ümmet-i Muhammed olmadan ümmete hizmet; İslamiyet olmadan, gayri İslami yöntemlerle İslam’a hizmet ettiklerine inandırdılar bizi.

Hem hırsız hem arsız olanlar, belli bir noktadan sonra kendilerinin hırsızlık ve arsızlıklarını fark edip hırsızlık ve arsızlıklarına ‘’DUR!’’ diyenleri hırsızlıkla suçladılar, darbeler yapmaya kalktılar!.. Neyse ki bu defa karşılarında kafası kendilerininkinden daha çok çalışan, halka ve Hakk’a kendilerinden daha yakın olan, kendilerine bakıldığı gibi şüpheyle bakılmayan bir lider, sağlam bir irade vardı da önce hükûmet, sonra ülke, sonra Müslümanlar bir felaketten kurtuldu.

Tamam, Müslümanlar bu camianın önde gelenlerinin ve kurşun askerlerinin gerçek yüzünü gördü; hükûmet darbeden kurtuldu. Ama darbeden kurtulamayan, darbeyi tam belinin ortasından yiyen bir şey var!O darbenin verdiği hasarın giderilmesi uzun yıllar alacak. Bu darbeyi yiyen ne mi? SAMİMİYET ve GÜVEN…Bu camianın yaptıkları, darbeyi asıl bizim maneviyatımıza vurdu. Saflığımıza vurdu… Samimiyetimize vurdu… Birbirimize duyduğumuz şüphesiz güvenimize vurdu… Biz bir daha ne zaman eskisi gibi birbirimizin samimiyetine inanıp birbirimize güveneceğiz? Hükûmet, kendine ve millete yapılan darbeyi önledi de maneviyatımıza yapılan bu darbe ne olacak?

İşte, asıl sorun budur!..

15 Ekim 2016 Cumartesi

Eğitim, Öğretmenlik, Çocuk ve Aile

Bir öğretmen olarak bugün eğitim konusundaki gözlemlerimi paylaşmak istiyorum sizlerle… Öğretmenlik, gerçekten zor bir meslek ve eğer ki eğitimci olarak belli bir idealiniz, toplumsal bazı kaygılarınız yoksa parası pulu için yapılacak bir meslek değil. Öğretmenlik, sadece dersinizi anlatıp işinizi sınıfta, okulda bırakabileceğiniz bir meslek değil. Ders anlatmak belki de işin en kolay kısmı...

Öğretmenseniz bir defa sabır konusunda çok iyi olmalısınız, sinirlerinizi aldırmalısınız. Kendinizi çok iyi ifade edebilmelisiniz. Haksızlıklara açık olmalı, gelebilecek suçlamalara karşı her an savunmaya hazır olmalısınız. Verdiğiniz ve vermediğiniz notları, çok iyi hesaplamalı; bunun hesabını önce öğrenciye, sonra aileye, yerine göre de idareye çok iyi verebilmelisiniz. Çünkü şimdiki ailelerin geneline göre notu öğrenci almıyor, öğretmen veriyor. Bu bakış açısına göre de ya ortaya şişirilmiş notlar çıkıyor ya da hakkaniyeti gözeten ve eğitimi ders notundan ibaret görmeyen öğretmen, “sorunlu öğretmen” oluyor.

Öğretmenseniz insan yönetiminde kusursuz olmalısınız; sınıfta veya okulda bir öğrenci, yaramazlık yapıyorsa bu öğretmen olarak sizin kusurunuzdur. Evde çocuk aşırılıklar yaptığı zaman anne ve baba çocuğa kızabilir, yerine göre anneden terlik, babadan tepik yiyebilir. Ama bu çocuğun yaramazlığındandır ve anne baba hep haklıdır. Ancak siz okulda aynı çocuğa sesinizi yükseltemezsiniz. Annesi çocuğu avutamamış, babası büyütememiş, çevresi çocuktan illallah etmiş, ancak siz o çocuğu okulda, sınıfta muma çevirmeli, hem çocuğu memnun etmeli hem başarılı kılmalısınız. Eğer ki olmuyorsa öğretmen olarak siz işinizi yapamıyorsunuzdur(!)

Eskiden sorunlar, okul-öğretmen-aile işbirliği ile çözülmeye çalışılırdı. Şimdi ise öğrencinin bir hatası, sıkıntısı olduğunda aileye aktaramazsınız, diyelim ki aktardınız, "Bu sorunu nasıl çözeriz." diyen değil de "Sorunu nasıl örteriz." ya da "Sorunu nasıl başkasının üzerine yıkarız." diye düşünen ve kendi çocuğuna toz kondurmayan aile tipleriyle karşılaşyorsunuz genellikle.

Herkesin çocuğu kral, kraliçe; herkesin çocuğu sütten çıkmış ak kaşık... Peki, bu kadar sorunlu çocuk kimin? Çocuklarımızın doktor, mühendis, avukat olmasını değil de insan olan bir doktor, bir mühendis, bir avukat olmasını istiyorsak çocuklarımızı iyi tanımalı, olumsuz özelliklerini törpüleye törpüleye, olumlu özelliklerini ön plana çıkara çıkara çocuklarımızı eğitmeliyiz. Çocuklarımızın başarılı olmasından önce insan olmasını istemeli, en azından başarısı için gösterdiğimiz çaba kadar insani özelliklerle donanması için çaba göstermeliyiz.

Eğitimde okul-aile-öğretmen koordinasyonu iyi sağlanmalı, aileler çocuklarını "Sütten çıkmış ak kaşık." olarak görmemelidir. Çocuklarıyla daha iyi iletişim hâlinde olmalı, bir sorun olduğunda öğretmeni, eğitim kurumunu suçlamamalı; öğrencideki sıkıntıları gidermeye çalışmalıdır. Aile, kendi sorumluluklarını öğretmene, eğitim kurumuna yıkarak istediği sonucu elde edemez.

Hiçbir öğretmen, anne ve babanın; hiçbir eğitim kurumu aile kurumunun yerini tutamaz…

Dünyanın En Şans/lı/sız Adamı

Meşhur bir hikâyedir, muhtemelen okumuşsunuzdur... Hikâye şu:


1962'de Selak isimli, Hırvat bir müzik öğretmeni; Saraybosna'dan Dubrovnik'e giden bir trene bindi. Bu yolcuğun, onu tüm dünyaya tanıtacak olaylar zincirinin ilk halkası olduğundan habersizdi. Selak'ı taşıyan tren raydan çıktı ve donmuş nehre devrildi. Kazada 17 yolcu hayatını kaybederken Selak, kıyıya kadar yüzerek kurtuldu. Olaydan bir yıl sonra, Zagreb'den Rijeka'ya yolculuk yaparken bir anda uçağın kapısı açıldı. Hava sirkülâsyonu, Selak'ı ve bazı yolcular uçaktan fırladı. Uçak birkaç dakika sonra yere çakıldı ve 19 kişi öldü. Ancak Selak, gözlerini açtığında hastanedeydi. Şansı yaver gitti bir saman yığınının üzerine düşerek sadece ufak sıyrıklarla kurtuldu.


1966'da bindiği otobüs yoldan çıktı ve bir nehre uçtu. Kazada dört kişi öldü. O ise hafif yaralı olarak kurtuldu.


1970'de otomobiliyle yolculuk ederken araç birden alev aldı, çabucak aracı durdurup kendini dışarı attı. Bundan hemen sonra da araç havaya uçtu.


1973 yılında bozuk bir benzin pompasından, Selak'ın otomobilinin motoruna benzin aktı. Araç aniden alev aldı, bu kazadan da kurtuldu ancak saçlarının büyük bir kısmı yandı.


1995 yılında, Zagreb'de bir otobüs çarptı; bu kazayı da ufak sıyrıklarla atlattı.


1996 yılında aracıyla bir dağ yolunda seyreden Selak; döndüğü virajın ardından bir kamyonun üzerine doğru geldiğini gördü. Araç yoldan çıkıp uçurumdan yuvarlanırken, Selak araçtan atladı ve bir ağaca tutundu... Yaklaşık 90 metre aşağıda aracının patladığını gördü.


Selak artık dünya çapında üne sahipti ve kimilerine göre şanslı, kimilerine göre ise şanssızdı.


Selak, "Buna iki şekilde bakabilirsiniz: Ya dünyanın en şanssız insanıyım ya da en şanslısı... Ben ikincisinin doğru olduğuna inanıyorum." diyor.


Selak'ı Türkiye, başına gelenleri ise kısa Cumhuriyet tarihinde ülkemizin ve insanlarımızın yaşadıkları olarak okuyalım:
C. kurulurken 620 yıl dünyaya nizam vermiş, muazzam bir kültür oluşturmuş şu anda 40'dan fazla devlete bölünmüş olan toprakların sahibi Osmanlı medeniyeti terk ediliyor; köksüz, ruhsuz Batı taklit edilerek anasız ve babasız kalmış bir bebek gibi bir devletçik kuruluyor. Ancak anasız ve babasız bırakılmış bu çocuk hayatını sürdürmeyi başarıyor.
Sonra milletin elinden dili, dini, her şeyi alınmaya çalışılıyor; her türlü baskı ve saldırı yapılıyor ama bu küçük bebek bulduğu ilk fırsatta özüne dönüp değerlerine sahip çıkıyor.
Kaç tane darbe gerçekleşiyor, hepsinden kurtulup ülke tekrar normal işleyişine dönüyor.
ASALA, PKK, DHKP/C gibi terör örgütlerinin saldırıları hiç bitmiyor; biri bitiyor, biri başlıyor ama ülke hâlâ dimdik ayakta...
En sonunda dindar geçinip kindar olan, mazlum görünüp zalim olan, insan görünüp robot olan, cemaat görünüp ‘CIAmaat’ olan hırsızlar, arsızlar, hayâsızlar, FETÖ’cü Haşhaşi hainlerin içiten ve dıştan saldırılarına maruz kalıp ondan bile minimum zararla çıkmayı başarıyor.


Şimdi söyleyin bu kadar saldırıya, ihanete uğradığı için bu ülke ve millet şanssız mıdır? Yoksa bu kadar saldırıya, ihanete rağmen dimdik ayakta durduğu için şanslı mıdır? Bence ikincisi!..

10 Ekim 2016 Pazartesi

Şort Giymeyen Müezzinin Davası Cort Eder Hocaefendi!..

İzmir'de bir caminin müezzini 15 Temmuz darbe gecesi, Mehmet Görmez'in talimatıyla milleti haberdar etmek ve darbeye karşı çıkmak için sala okuyor.

Bak bak, yaptığı densizliğe bak!.. Sen İzmir'de gecenin bir yarısında sala oku!.. Yetmezmiş gibi bir de darbeye karşı oku!.. Hiç düşünme darbeyi dört gözle bekleyen çağdaş(!) vatanperver yurttaşlarımız olabilir mi, saladan rahatsız olabilirler mi diye!..

Bir de üstüne üstlük şort giymemişsin!.. Hem İzmir'desin hem darbeye karşısın hem şort giymemişsin!.. Kusura bakma ama sen baştan cort etmişsin hocaefendi!.. Seni savunacak hâl bırakmadın bizde!.. Dava açılır, sana saldıranlar salıverilir. Ama şort giyseydin belki sana saldıranlar için bir ceza düşünebilirdik, biz de arkanda durabilirdik!.. Şimdi cık, mümkünsüz senin hakkını aramamız!..

Üstüne üstlük sana saldıran kişiler şortlu, hele bir de CHP'li, daha da ötesi CHP'li bir belediyede meclis üyesi... Camiye ilk dalan o hanım yok mu? O ne cevval bir kadın öyle!.. Nasıl vuruyor o nazik elleriyle sana!.. Yazık ya, acıdım ona; elleri acımıştır şimdi!.. Camiden çıkarken de elindeki taşla caminin camlarını kırması yok mu? Yüreğimin yağları eridi izlerken!.. Ya o nazik ellerini cam falan kesseydi, ya o camlar bir tarafına batsaydı!..

Ah canlarım benim; sizdeki bu darbeseverlik, darbeye karşı çıkanlara haddini bildirmek için gösterdiğiniz cesaret, gecenin o saatinde cami müezzinini dövmek için yaptığınız fedakârlık!.. Bunların hepsi takdire şayan!.. Sizin heykelinizi dikmezsek İzmir'in en büyük meydanına yuh olsun bize!..

Şimdi mahkeme camiyi basan bu mümtaz şahsiyetleri salıverdi tutuksuz yargılamak için... Bu nasıl mahkeme böyle? Tutuksuz yargılamak için salıvermiş!.. Ne yargılaması ya hu, ne demek yargılamak? Camiye saldırmak zorunda bırakılan bu vatandaşlarımız için müezzine aşırı tahrik davası açılmalı, ona vuran hanımefendi ve beyefendinin vururken ellerinin acıması ihtimaline karşı -gerekiyorsa doktor raporu alınarak- yine müezzine darp ve yaralama davası açılmalı!..

"Camiye, kutsala saygısı yokmuş bunların." diyen bazı densizler varmış, onlara kulak asılmayıp bu çağdaş(!) vatandaşlarımız, camiyi basmak ve camlarını indirmek zorunda bırakıldıkları için de imam ve müezzin görevden el çektirilmeli!..

Bana sakın şöyle demeyin: İstanbul'da şort giyen kadına saldıran manyak için dokuz yıl ceza istendi ve tutuklu, İzmir'dekiler serbest demeyin. Farkı göremiyorsanız ben size ne diyeyim ki!.. İstanbul'da saldırılan şortlu, İzmir'de saldıran şortlu!.. Ayrıca İzmir'dekiler düşünce özgürlüğü çerçevesinde darbeye destek çıkmak için şortlu olarak müezzine saldırıyor, camiye zarar veriyor gibi görünseler de o şortu boşa giymiyorlar!.. O şort, bu kadarcık cezadan da kurtaramayacaksa niye giyeyim ben o şortu!..

Bundan sonra yaz kış şortla gezeceğim; bana saldıran olursa ceza alır, ben birine saldırırsam cezadan muaf olurum!.. Düşündüm de şort şart!.. Bana cart curt, zart zurt eden olursa şortum beni korusun!..

Dünyanın En Şans/lı/sız Adamı

Meşhur bir hikâyedir, muhtemelen okumuşsunuzdur... Hikâye şu:

1962'de Selak isimli, Hırvat bir müzik öğretmeni; Saraybosna'dan Dubrovnik'e giden bir trene bindi. Bu yolcuğun, onu tüm dünyaya tanıtacak olaylar zincirinin ilk halkası olduğundan habersizdi. Selak'ı taşıyan tren raydan çıktı ve donmuş nehre devrildi. Kazada 17 yolcu hayatını kaybederken Selak, kıyıya kadar yüzerek kurtuldu. Olaydan bir yıl sonra, Zagreb'den Rijeka'ya yolculuk yaparken bir anda uçağın kapısı açıldı. Hava sirkülâsyonu, Selak'ı ve bazı yolcular uçaktan fırladı. Uçak birkaç dakika sonra yere çakıldı ve 19 kişi öldü. Ancak Selak, gözlerini açtığında hastanedeydi. Şansı yaver gitti bir saman yığınının üzerine düşerek sadece ufak sıyrıklarla kurtuldu.

1966'da bindiği otobüs yoldan çıktı ve bir nehre uçtu. Kazada dört kişi öldü. O ise hafif yaralı olarak kurtuldu.

1970'de otomobiliyle yolculuk ederken araç birden alev aldı, çabucak aracı durdurup kendini dışarı attı. Bundan hemen sonra da araç havaya uçtu.

1973 yılında bozuk bir benzin pompasından, Selak'ın otomobilinin motoruna benzin aktı. Araç aniden alev aldı, bu kazadan da kurtuldu ancak saçlarının büyük bir kısmı yandı.

1995 yılında, Zagreb'de bir otobüs çarptı; bu kazayı da ufak sıyrıklarla atlattı.

1996 yılında aracıyla bir dağ yolunda seyreden Selak; döndüğü virajın ardından bir kamyonun üzerine doğru geldiğini gördü. Araç yoldan çıkıp uçurumdan yuvarlanırken, Selak araçtan atladı ve bir ağaca tutundu... Yaklaşık 90 metre aşağıda aracının patladığını gördü.

Selak artık dünya çapında üne sahipti ve kimilerine göre şanslı, kimilerine göre ise şanssızdı.

Selak, "Buna iki şekilde bakabilirsiniz: Ya dünyanın en şanssız insanıyım ya da en şanslısı... Ben ikincisinin doğru olduğuna inanıyorum." diyor.

Selak'ı Türkiye, başına gelenleri ise kısa Cumhuriyet tarihinde ülkemizin ve insanlarımızın yaşadıkları olarak okuyalım:
T:C. kurulurken 620 yıl dünyaya nizam vermiş, muazzam bir kültür oluşturmuş şu anda 40'dan fazla devlete bölünmüş olan toprakların sahibi Osmanlı medeniyeti terk ediliyor; köksüz, ruhsuz Batı taklit edilerek anasız ve babasız kalmış bir bebek gibi bir devletçik kuruluyor. Ancak anasız ve babasız bırakılmış bu çocuk hayatını sürdürmeyi başarıyor.
Sonra milletin elinden dili, dini, her şeyi alınmaya çalışılıyor; her türlü baskı ve saldırı yapılıyor ama bu küçük bebek bulduğu ilk fırsatta özüne dönüp değerlerine sahip çıkıyor.
Kaç tane darbe gerçekleşiyor, hepsinden kurtulup ülke tekrar normal işleyişine dönüyor.
ASALA, PKK, DHKP/C gibi terör örgütlerinin saldırıları hiç bitmiyor; biri bitiyor, biri başlıyor ama ülke hâlâ dimdik ayakta...
En sonunda dindar geçinip kindar olan, mazlum görünüp zalim olan, insan görünüp robot olan, cemaat görünüp ‘CIAmaat’ olan hırsızlar, arsızlar, hayâsızlar, FETÖ’cü Haşhaşi hainlerin içiten ve dıştan saldırılarına maruz kalıp ondan bile minimum zararla çıkmayı başarıyor.

Şimdi söyleyin bu kadar saldırıya, ihanete uğradığı için bu ülke ve millet şanssız mıdır? Yoksa bu kadar saldırıya, ihanete rağmen dimdik ayakta durduğu için şanslı mıdır? Bence ikincisi!..

2 Ekim 2016 Pazar

Kabağın da Bir Sahibi Var!..

Vaktiyle bir derviş, nefisle mücadele konusunda epey mesafe kat etmiş... Her türlü süsten, gösterişten arınacak, varlıktan soyunacaktır. Her türlü gösterişten arınmak gereklidir… Saç, sakal, bıyık, kaş ne varsa hepsinden... Derviş, usule uygun hareket eder, soluğu mahalle berberinin koltuğunda alır. "Vur usturayı berber efendi!" der. Berber, dervişin saçlarını köpükler; itina ile kazımaya başlar. Kafasının sağ kısmı tamamen kazınmıştır. Berber, diğer tarafa usturayı vuracakken belalı bir kabadayı girer içeriye. Doğruca dervişin yanına yaklaşarak, başının kazınmış kısmına okkalı bir şaplak atarak, "Kalk bakalım kabak efendi, kalk da tıraşımızı olalım!" diye kükrer. Dervişlik bu!.. Sövene dilsiz, vurana elsiz gerek... Kaideyi bozmaz, ses çıkarmaz, usulca bir derviş edasıyla çekilir köşeye!.. Berber mahcup, fakat korkmuştur; ses çıkaramaz. Kabadayı koltuğa oturur, berber tıraşa başlar. Fakat belalı kabadayı tıraşı bitene kadar sürekli aşağılar dervişi... “Kabak aşağı, kabak yukarı…” Nihayet tıraş biter, kabadayı dükkândan çıkar. Henüz birkaç adım gitmiştir ki, gemden boşanmış bir at arabası yokuştan aşağı hızla üzerine gelir. Kabadayı, şaşkınlıkla yol ortasında kalakalır ve iki atın ortasına denge için yerleştirilmiş uzun sivri ok karnına dalıverir kabadayının. Kabadayı, oracıkta bir kurbağa gibi serilip kalır. Ölmüştür!.. Berber, bir manzaraya bir dervişe bakar; gayriihtiyarî sorar: "Biraz ağır olmadı mı derviş efendi?" Derviş, mahzun ve düşünceli cevap verir: "Vallahi gücenmedim, alınmadım söylediklerine ve yaptıklarına; nefsime de ağır gelmedi. Hatta hakkımı da helâl etmiştim. Gel, gör ki bu kabağın da bir sahibi var ona dokunmuş olmalı."

Şu anda Müslümanların durumu, bu dervişe benziyor; ABD, Avrupa, İsrail ve de İslam âlemindeki işbirlikçi, hain destekçileri ise o kabadayıya!.. Müslümanların sürekli hakkına giriyorlar, Müslümanlara eziyet ediyorlar. Onlara da kimse dur diyemiyor. Filistin'de bomba olup Müslümanların üzerine yağıyorlar, Fransa'da laiklik olup Müslümanlara kan kusturuyorlar, Afganistan'da ABD ve NATO askeri olup Müslümanları kendi evlerinde köle ediyorlar, Irak'ta fitne olup Müslüman'ı Müslüman'a kırdırıyorlar, Suriye'de kiralık katil (baba ve oğul Esed) tutup Müslüman katlediyorlar, Mısır'da darbe yapıp Müslümanları hapislere dolduruyorlar, Türkiye'de cemaat görünümlü hain sürüsü olup kendi milletine kumpaslar kurup darbeye kalkışıyorlar!.. Bunları yaparken de o kadar pervasız ve kibirliler ki!..Biz Müslümanlarsa maalesef ki hâlâ eften püften meseleler yüzünden ayrılık gayrılık peşindeyiz. Onlara karşı koyacak, onlarla mücadele edecek birlik, dirlik ve güçten yoksunuz. Onların yaptıklarını sineye çekmek zorunda kalıyoruz hep!..Ama biz bir şey yapamasak da biz aciz Müslümanların da bir sahibi var!..O sahip ki Şaron'a dünyada cehennemi yaşatıyor, ŞimonPeres'edünyadaki son zamanlarını zindan ediyor, ABD'yi doğa felaketleriyle baş başa bırakıyor, Fransa'yı sokak olaylarıyla hizaya getiriyor, İsrail'i kendi oluşturduğu korku imparatorluğunda tir tir titretiyor...

Biz İslam âlemi ve Müslümanlar için elimizden geleni yapalım, elimizden gelmeyenler noktasında Rabbim bu kabağa sahip çıkacaktır!..

30 Eylül 2016 Cuma

Şimdiki Kadınlar Ne Yapıyor ki?

Bir dostun evindeyiz. Dostum, ilkokulu Anadolu'nun bir köyünde; ortaokulu, liseyi, üniversiteyi farklı yerlerde okumuştu. Sonrasında ise yine üniversite bitirmiş bir hanımefendiyle hayatını birleştirmişti.

İlkokul mezunu bile olmayan anne ve babasının aile hayatını, ilişkilerini öyle bir özlem ve gıptayla anlatıyordu ki... "Hiçbir iletişim dersi almamalarına, kişisel gelişim kitabı okumamalarına, kriz yönetimi konusunda destek almamalarına rağmen ilkokul mezunu bile olmayan iki cahil(!) insan nasıl olur da iletişim konusunda deha derecesinde başarılı olur hâlâ çözemiyorum." dedi. Sonra devam etti: "Aralarında öyle bir saygı vardı, birbirlerine o kadar bağlıydılar ki... Ev için, çocukları için, birbirleri için fedakârlıkta yarışırlardı. Zor bir hayatımız vardı, kazancımız azdı. Ama annemin bu durumdan bir kez şikâyet ettiğini duymazdım. Babam yokken her işe koştururdu, ama babam eve geldiğinde gün boyunca çalışan kendi değildi sanki. Babamı öyle güzel karşılardı, onun yanında ayağını uzatıp oturduğunu hatırlamam. Onu rahat ettirmek için o kadar gayret ederdi ki babam bir şey istesin de yapayım, diye âdeta gözünün içine bakardı. Babamın bir arzusu olur da onu yerine getirirse bundan büyük haz alırdı. Babam da aman hanım yorulmasın diye her şeyin en azına, en basitine razı olurdu. Annemin yaptığı her şeyi, en küçük hizmeti memnuniyetle karşılardı, bakışlarıyla onu memnun ederdi."

O sırada da sosyal medyada gördüğü, "Şimdi kadınlar ne yapıyor ki? Çamaşırı makine yıkıyor, evi makine süpürüyor, yaptıkları sadece yemek, onu da yaparlarsa... Annem sabah namazında tarlaya gidermiş. Hem de dört tane çocuğa bakmış. Su akmazmış, ekmek satılmazmış ama hiç yorgunum demez, öyle kanepelerde uyumazmış!.." cümlelerini okudu. Sonrasında ise sözü kendi hayatına getirerek bütün maddi imkânlara, hanımını serbest bırakmasına, ondan fazla bir beklentisi olmamasına, o yemek yaparsa kendisinin sofrayı kurup çayı demlemesine, çayı demlerse servisi kendisinin yapmasına rağmen hanımını bir türlü memnun edemediğinden ve aile hayatında yaşadığı bazı sıkıntılardan bahsedip bir dost olarak çözüm önerilerimi bekledi.

Önce ne diyeceğimi bilemedim... Sonra ise öyle deme dedim!.. "Şimdiki kadınlar, çocuk yapmıyorlar ama kariyer yapıyorlar, evde köpek besliyorlar. Eve, çocuğa bakmıyorlar ama kendilerine çok iyi bakıyorlar. Serde eşitlik var ya kocalarından emir almıyorlar, hatta koca kahrı çekmemek için evlenmiyorlar ama iş yerinde karakteri beş kuruş etmeyecek erkeklerin her emrini hiç aksatmadan yerine getiriyorlar. Belki kocasının gömleğini, pantolonunu ütülemiyorlar ama kafasını ütülüyorlar."dedim... Ardından ekledim: "Kendi tercihlerinizin sonuçlarına katlanıyorsunuz. Baban, annenle evlenirken diplomasına, eve maddi katkısına tav olmamıştı. Hem kaz gelsin hem tavuğu feda etmeyeyim, deyince kaz da gelmiyor, tavuğu da feda etmek zorunda kalıyorsun."

Dostum yüzüme baktı: "Ya sen hep acı mı söylersin, acıyı tatlı söyleyemez misin?" dedi. "Hanımının annen gibi olmasını istiyorsan, önce sen baban gibi ol." dedim. "Bak bu defa tatlı konuştun." dedi, sarılıp ayrıldık…

26 Eylül 2016 Pazartesi

Bu Adamlar Kimin Adamıydı, Şimdi Neredeler?

Türkiye'nin yakın tarihine baktığımız zaman kendilerini çok değerli, vazgeçilmez sanan; söyledikleri ve yaptıklarıyla ülkenin gündemini belirleyen, bir süre çok etkili olmuş ve ülkeye, siyasete, toplum hayatına yön vermiş, burunlarından kıl aldırmayan, belli başlı kişilerin şu sıralarda esamesi bile okunmuyor. Mesela kimler?

Çevik Bir: 28 Şubat'ın kudretli(!) generali... Astığı astık, kestiği kestikti... Özellikle kartel medyasının postal yalayıcı gazetecileri, Erbakan Hoca ve dindarlar aleyhine kullanmak için ağzından çıkacak bir söze bakarlardı... Ülkenin askeri kanadını İsrail'in hizmetine sunmuştu. Hatta bu darbeci, cumhurbaşkanlığına aday olacak kadar ileri gitmişti. En son 28 Şubat davasından yargılandı, bir süre hapis yattı. Şimdi adını anan yok, 28 Şubat mağduru olup beddua edenlerden başka!..

Hikmet Uluğbay-Metin Bostancıoğlu: Ecevit Hükûmetinin Millî Eğitim Bakanları... İkisi de minicik kızları okullarından atmak, başörtülü kızlara ve Müslümanlara savaş açmakta çok mahirdi. Sonra Uluğbay'ı o küçücük kızların ahı tuttu ve intihar girişiminde bulundu. Ancak değerini oturdukları koltuktan alan bu adamlar, koltuktan indikten sonra bir daha hayırla anılmayacak şekilde unutuldular.

A. Necdet Sezer: Cumhurbaşkanı olduktan sonra millete ve değerlerine savaş açmıştı. Ramazanlarda özellikle milletin önünde su içip yemek yiyerek belli odaklara mesaj vermişti. Tek yaptığı icraat(!) kamusal alanı başörtülülerden ve dindarlardan korumak olmuştu. En son Tarık Akan'ın cenazesinde ortaya çıkmasa öyle bir cumhurbaşkanı olduğunu da kimse hatırlamayacaktı.

Erkan Mumcu: Adını ilk defa Mesut Yılmaz hükûmetinde bakan olunca duymuştuk. İstanbul Üniversitesi rektörü Alemdaroğlu'na ayar vermesiyle sevmiştik. 2007'deki meşhur cumhurbaşkanlığı seçiminde karanlık odaklarla hareket ederek kendi kendini bitirdi. Şimdi hatırlayan yok, varsa da hayırla anmadıkları kesin.

Abdüllatif Şener: Ak Parti'nin en önde gelen adamlarından biriyken karanlık odakların ve CHP'nin gazına gelerek cumhurbaşkanlığına heveslendi. Başörtüsü, şarap gibi konularda saçma sapan açıklamalarıyla büyük tepki topladı. Kendini olduğundan çok değerli sanıp Ak Parti'den ayrıldı. Kendini değerli kılan insanlara sırtını döndüğü gün bitti ve kibrinde boğuldu.

Bülent Arınç: Önce Mavi Marmara olayından sonra İHH ile ilgili, sonra 7 Haziran seçimleri öncesinde Melih Gökçek ile ilgili yaptığı açıklamalarla kendinden buz gibi soğuttu bizi. FETÖ için bizi cüppesini giymekle tehdit etmesi, tuz biber oldu hepsinin üstüne... 15 Temmuz darbe girişiminden sonra yaptığı açıklama ise "Yuh!.." dedirtti hepimize!.. O gece anlamış FETÖ'nün silahlı terör örgütü olduğunu!.. 7 Şubat MİT darbesi, MİT tırlarının durdurulması, 17-25 Aralık darbe girişimleri onun için olağan şeylermiş yani!.. "Reis" dediği adamın "Bunlar terörist, bunlar Haşhaşi!.." sözleri onun için hiçbir anlam ifade etmemiş. Hâlâ dava arkadaşlarına değil de FETÖ'ye inanıyormuş 15 Temmuz'a kadar? Sürekli başımıza kaktığı 50 yıllık siyaset hayatının finalini böyle yapmamalıydı!..

Şimdi sizleri kimse hatırlamıyor, bizim için bile şaşırtıcı bir hızla toplum hafızasından siliniyorsunuz.

23 Eylül 2016 Cuma

Ey Anne ve Babalar, Anne ve Baba Olun!..

Günümüzün anne ve babaları, belki biraz da suçluluk duygusuyla çocuklarına anne ve babalık yapmaktan ziyade onlarla arkadaşlık etme, onların egosunu şişirme, sürekli onları memnun etme derdindeler.

Buradaki "suçluluk duygusu" kavramını biraz açmaya çalışalım: Anne, kariyer peşinde koşmaktadır ve çocuğuna olması gerektiği gibi bir annelik yapamadığının farkındadır. Çocuğunu bakıcılar, üçüncü kişiler, televizyon, internet yetiştirmektedir. Bunun getirmiş olduğu suçluluk psikolojisiyle çocuğuna karşı aşırı müsamahakâr davranmakta, çocuk bir isterse kendisi iki almaktadır. Çocuk ise bu davranış sonucunda iki farklı sıkıntıyla büyümektedir: Doldurulamayan bir anne boşluğu, obez olmuş ve tatmin edilmesi imkânsızlaşmış bir nefis...

Baba da bu süreçte evin reisi olma özelliğini yitirip evdeki kişilerden biri konumuna sürüklenmiştir. Ben çalışırım "karı yer" korkusuyla karısının "kariyer" peşinde koşmasına göz yummuştur. Evin erkek çocuğu için rol model olma, kız çocuğu için hayalindeki erkek olma özelliğinden uzaklaşmıştır. Baba; yürüyen TL'dir, para makinesidir ihtiyaç hâlinde hizmet veren.

Böyle bir aile ortamında büyüyen çocuk da genel itibariyle beklenilen davranışları sergilememekte, aile ve toplum için sıkıntılar çıkaran birey olmaktadır. Kendisine sunulan hiçbir şeyle tatmin olmamakta, kendisine sağlanan her imkânı yetersiz görmekte, verilenlerin hep daha fazlasını istemekte, elde ettiği şeylerden ise çok kısa bir süre içinde sıkılmaktadır.

Kolay elde etmeye alışmış, hiçbir bedel ödemeden her istediğine sahip olmuş bir çocuktan da sahip olduklarının değerini bilmesini beklemek boştur. O çocuk; hep mutsuz olacak, sonra anne ve babasını, daha sonra da toplumu mutsuz edecektir. Anne ve baba da çocukları için ne büyük fedakârlıklar yaptıklarını ama çocuklarının o fedakârlıklar karşısında nankörlük yaptığından dert yanacaktır sürekli.

Peki, durum gerçekten böyle midir? Suçlu ve hatalı olanlar, çocuklar mıdır? Siz ne ektiyseniz onu biçiyorsunuz. O çocuğu siz o hâle getirdiniz efendim!.. Siz, çocuğunuza annelik ve babalık yapmadınız ki çocuğunuz size evlatlık yapsın!..

Ey anneler!.. Evinize, eşinize, çocuğunuza dönün!.. Çocuğunuza annelik, kocanıza hanımlık yapın!.. Kızınızı, "Ben yaşamadım, o yaşasın; ben yapamadım, o yapsın!" mantığıyla yetiştirmeyin!..

Ey babalar!.. Evleneceğinizde karınızda ilk aradığınız diploma olmasın!.. İlle de çalışan hatun olsun, saçmalığından kurtulun!.. Evinize para makinesi değil; kendinize hanım, çocuğunuza anne bakın evleneceğiniz zaman!.. Er olun, evin reisi olun, oğlunuzun rol modeli, kızınızın hayallerindeki erkek olun!.. Ailenizin sırtını dayadığı dağ olun!.. Para babası olmayın, baba olun!.. Oğlunuzu yetiştirirken kızınız için lazım olan edep, hayâ, namusun erkeğe de lazım olduğunu unutmayın. "Erkektir, yapar!.." aptallığını sakın ha oğlunuza hissettirmeyin, yoksa ileride çok pişman olursunuz.

Ey anne ve babalar!.. Çocuklarınızı doyumsuz, dokunulmaz, başına buyruk tipler olarak yetiştirmeyin!.. Çocuklarınıza sınır çizmekten korkmayın!.. İleride sınırlarını başkalarının öğretmesi, pek hoşunuza gitmeyecektir. Bir ödül verecekseniz çocuğunuz hak etsin!.. Emek olmadan yemek olmayacağını bilsin!.. Zahmet çekmeden rahmete erişemeyeceğini öğrensin!.. Sonradan görme olmasın!.. Her şeyin maddiyat olmadığını kavrasın!.. Helal iki liranın, haram üç liradan çok olduğuna inansın!..

Eğitim Boş, Öğretmen Gereksiz!..

2016-2017 Eğitim-Öğretim Dönemi 19 Eylül Pazartesi başlıyor. Bu dönem, her dönemden biraz daha zor bir dönem olacak gibi... Malumunuz önce FETÖ'den, sonra PKK'dan dolayı binlerce öğretmen görevden el çektirildi ve ihraç edildi. MEB, öncelikle zaten yetersiz olan öğretmen sayısını bir an önce tamamlamak için çalışmalara başladı. Ancak süreç okulların açıldığı hafta tamamlanamayacak ve ilk bir ay okullarda öğretmen sıkıntıları yaşanacak.

Ancak eğitim camiasında öğretmenler üzerinden olumsuz hava estirildiği,öğretmenlerin hedefe konulup insafsızca eleştirildiği, herkesin eğitim uzmanı kesildiği bu zamanda acaba birkaç hafta okulların öğretmensiz, öğrencilerin eğitimsiz kalması hayırlara vesile olur mu?

Öğretmenlerimizinmükemmel olmadığının, canımızdan bir parça olan çocuklarımızı her öğretmene gözü kapalı teslim edemeyeceğimizin de farkındayım. Ancak yaptığımız eleştirilerde bilinçli ve hakkaniyetli olalım.

Tabii ki her meslek grubu gibi öğretmenler de eleştirilecek... Herkes gibi öğretmenlerin de yaptığı ve yapmadığı işlerin çetelesi tutulacak!.. Ancak bunu yaparken az çok eğitimden anlayacaksın!.. Eğitimin sadece öğretmende bitmediğini bileceksin!.. Öğretmen dışındaki faktörleri göz önünde bulunduracaksın!.. Öğretmene teslim ettiğin çocuğun için sen neler yapıyorsun; yapman gerekenlerden ne kadarını yerine getiriyorsun, ne kadarını aksatıyorsun, bu konularda önce kendi öz eleştirini bir yapacaksın!..

Çocuğunu okula gönderirken onu bir kral ve kraliçe edasıyla yollayıp "Sen üstünsün, kimse senin kılına dokunamaz, dünya senin etrafında dönüyor, senin için dünyanın altını üstüne getiririm!" mesajını vermeyeceksin, verirsen öğretmeno öğrenciye eğitim veremez. Öğretmeni çocuğunun yanında insafsızca eleştirip yerin dibine batırıyorsan sonra da o öğretmenin saygın bir öğretmen olmasını senin çocuğuna söz geçirip onu eğitebilmesini bekliyorsan beklemeyeceksin!..

Nasıl ki bir mimara, mühendise, doktora, eczacıya kafana göre tavsiyelerde bulunup çokbilmişlik taslamıyorsan öğretmenliğin de bir uzmanlık alanı olduğunu, öğretmenin bunun eğitimini aldığını, bu alanda kafa yorduğunu, senden daha fazla çocuklarla muhatap olduğunu bilip kendi fikirlerini kesin doğrularmış gibi dayatmayacaksın!.. Gerektiğinde fikirlerini paylaşacaksın, gerekmediğinde kendine saklayacaksın ama bileceksin ki eğitim; tek doğru, tek yöntem, tek fikir üzerinden yürütülemeyecek kadar komplike bir iştir. Senin çocuğun için uygun olan, başkasının çocuğuna uymayabilir; senin çocuğun için problem olan, başkasının çocuğu için olmayabilir ve öğretmen sınıftaki her öğrenci için maksimum faydayı ve minimum zararı gözeterek yapmak zorundadır işini... Fırsat buldukça da her öğrenciyle de özel olarak ilgilenmektedir.

Bu söylediklerim bir veli olarak seni kesmiyorsa o zaman da zaten eğitim boş, öğretmen gereksizdir!.. Yapman gereken en doğru şey, çocuğun için okulsuz ve öğretmensiz bir eğitim modeli geliştirmektir!..

İnşallah bu çelişkilerin yaşanmadığı bir eğitim-öğretim yılı geçirmemiz temennisiyle!.. Yeni eğitim-öğretim yılı herkes için hayırlı uğurlu olsun!..

15 Eylül 2016 Perşembe

Temizlik imandandır, ama...

Malumdur ki başarısız bir darbe girişiminden sonra ülke sınırları içinde bir temizlik hareketi başladı. Özellikle devlet kadrolarını işgal eden FETÖ mensupları ve destekçileri hızlı bir şekilde devlet kadrolarından temizleniyor. Yine aynı şekilde FETÖ'ye yardım ve yataklık eden, finansör olanlar da bir bir gözaltına alınıp sorgulanıyor, somut delillere ulaşılanlar ise medrese-i yusufiyyenin yolunu tutuyor. Umulur ki düşünürler, ülkeye ve milletimize ne kadar kötülük yaptıklarının farkına varırlar.

Aynı şekilde iki gün önce ise PKK terör örgütüyle bağlantılı olan 11.500 civarında öğretmen(!) açığa alındı. Sayının bu kadarla da kalmayacağı söyleniyor ki zaten temizlik konusunda devlet ciddiyse daha çok kişiyi görevden almalı. Hatta bu PKK'lıların açığa alınması yetmez, onların bir an önce içeri tıkılması gerekiyor. Çünkü devletten maaş alamaz olduklarında bunların yapacağı ilk iş, dağa çıkıp bu ülke insanına ve güvenlik güçlerine kurşun sıkmak olacaktır.

Devletin bu darbe girişiminden sonra radikal kararlar alması, hızlı hareket etmesi, kimsenin gözünün yaşına bakmaması gerektiğini düşünüyorum. Eğer ki devlet, bu dönemde içindeki urlardan kurtulmazsa bir daha kurtulması zor olacaktır. Temizlik şart!..

Ancak temizlik yapalım, suçluları ayıklayalım derken mağdurlar ordusu oluşturmamalıyız. Ancak özellikle belli bölgelerden ve belli kurumlardan ciddi şikâyetler gelmekte... FETÖ ile hiç alakası olmamış, yolu kesişmemiş hatta ömrü onlarla mücadele içinde geçmiş kişilerin görevlerinden el çektirildiği, sorgulandığı, daha da ötesi terörist damgası yiyerek hapislere atıldığına yönelik şikâyetler aldı başını gidiyor. Gelen şikâyetlere bakılırsa FETÖ temizliği yapıyoruz derken bazı yerlerde FETÖCÜLER kendilerine ayak bağı olanları temizliyor sanki!.. Yani bazı yerlerde taşları bağlamışlar, itler serbest dolaşıyor.Buna müsaade etmeyelim. FETÖSAVARLAR, FETÖSEVERLERE kurban verilmesin!..

Bir de kurumlarda tombala misali FETÖCÜ avı yapıldığı söyleniyor. Şu kadar FETÖCÜ atacaksın, atmadıysan sende sıkıntı var. Bu defa zorlama yöntemlerle herkesin bir şekilde FETÖ ile irtibatı kurulmaya çalışıyor. Kim birinden kurtulmak istiyorsa FETÖCÜ olmakla itham ediyor ya da FETÖCÜ yaftası vurmakla tehdit ediyor. Şimdiki durum şu fıkradaki gibi maalesef:

Soyguncunun biri bir bankaya girmiş. Çekmiş silahını havaya ateş etmiş. Herkesin yere yatmasını istemiş. Kasalardaki paraları toplamış ve kapıya doğru yönelmiş. Tam çıkacakken oradaki bir adama sormuş: "Beni gördün mü?” Adam şaşkınlıkla ”Evet gördüm.” deyince çekmiş tabancasını, adamıalnından vurmuş. Tam tekrar kapıya yönelmiş ki kapının yanında bir karı koca duruyor. Adama sormuş: "Beni gördün mü?” Adam gayet soğukkanlı bir şekilde yanıtlamış: "Valla ben hiçbir şey görmedim ama benim hanım gördü sanıyorum."

Yani şimdi birini itibarsızlaştırmak ve ortadan kaldırmak istiyorsanız en temiz yöntem FETÖCÜ olduğunu söylemeniz!.. Biri size FETÖCÜ müsün dediği zaman "Valla ben değilim ama falan kişi FETÖCÜ sanırım." demeniz yeterli!..

9 Eylül 2016 Cuma

Masum Değiliz Hiçbirimiz, Hepimiz Suçluyuz!..

Ülke olarak yıllarca adına hizmet(!) dedikleri ama ülkenin hezimeti için çalışan, terör yuvası olmuş bir örgütün bizi sömürmesine, kullanmasına müsaade etmişiz.

Yıllarca esnaf olarak para verdik, devlet adamı olarak imkân verdik, vatandaş olarak işlerine koşturduk, ölümün soğuk nefesini ensemizde hissedince mirasımızın bir kısmını evlatlarımız yerine onlara bıraktık, emekli olunca emekli ikramiyemize dokunmadan onlara aktardık... Bunları hep niçin yaptık? Çünkü onlar, bizim yapamadıklarımızı yapıyor, bizim ulaşamadığımız insanlara ulaşıyor; bizim gidemediğimiz, adını bile duymadığımız ülkelere gidip insanlara dinimizi anlatıp(!) oralarda bayrağımızı dalgalandırıyorlardı.

Onlar hizmet(!) ettikçe biz de onlarla gurur duyuyorduk. Şimdi hep biz veriyorduk ama öyle bir gün gelecekti ki verdiğimizin katbekatını onlar bu millete yağdıracaktı. Aradan yıllar geçti, onların artık bu millete, devlete vereceği günler bir türlü gelmedi. Hatta verdikçe daha fazlasını ister oldular; biz verdikçe istediler, onlar istedikçe biz verdik. Çarkı öyle bir kurmuşlardı ki veremez hâle gelenleri o çarkın dişlileri arasında ezdiler.

Bizim yapamadıklarımızı yaptıkları bir gerçekmiş: Biz ülkemize ihanet edemezdik, onlar ettiler!.. Biz insanımıza kötülük yapamazdık, onlar hiç acımadılar!.. Biz, bize iyilik yapanları sırtından hançerleyemezdik, onlar hançerlediler. Biz, ülkemize kast etmiş, milletimizin kanını dökmüş terör örgütleriyle iş birliği yapmazdık, onlar can ciğer kuzu sarması oldular.

Peki, yapılan bu kadar şeye rağmen bu kadar saf olan ve ahmak yerine konulanların hiç mi suçu yok? Hiç kendinizi aklamaya çalışmayın, hepimiz suçluyuz!..

Ya içindeydik ya içine aldıklarına uyarı görevimizi yapmadık ya işledikleri suçlara göz yumduk ya dinini yaşamaya çalışan insanlara baskı yaparak hayat hakkı tanımayıp onların kucağına ittik!..

Dindar ve bilinçsizsen "Hizmet ediyoruz." yalanıyla dinî duygularını kullanarak seni sömürdüler. Dünyayı okuyabilen, bilinçli, dindar bir insansan ve onlardan değilsen, yaptıklarını az çok sezdiğin hâlde kandırdıkları insanlara uyarı görevini tam olarak yerine getirmeyerek o terör örgütüne yardım ettin.

Dindar değilsen ve onlardan da değilsen ancak suç işlediklerini, ülkenin kuyusunu kazdıklarını fark ettiğin hâlde sana dokunmadıkları için işledikleri suça göz yumdun!..

Dinle diyanetle işin yoksa hatta dindar insanlara karşı kin besleyen Kemalist-laik bir insansan başörtülülerin kamu kurumlarından, namaz kılanların ordudan atılmasına; imam hatiplerin kapatılmasına, insanların dinini normal yolardan öğrenmesine ve inandığı gibi yaşamasına engel olup dindar insanlara savaş açarak onları FETÖ'ye mecbur bıraktın!..

Şimdi kendini sütten çıkmış ak kaşık olarak görüp hep başkalarını suçluyorsan hâlâ onlara hizmet ediyorsun!.. Özür dileyip hatasını kabul edenler senden fersah fersah ileride ve erdem sahibi olanlar onlardır!..

6 Eylül 2016 Salı

Jasmine Shopping ve Kasap Hüso

Malumdur ki Tanzimat Dönemi'nden beri içimizdeki pek de az sayılmayacak bir kitle için "Avrupa" denilince akan sular durur. Batı’dan gelen her şey kutsaldır; onlara benzemek demek, çağdaş olmak demektir. Batıl olan Batı, onlar için hakikatin ta kendisidir. Bugün içinde bulunduğumuz bu durumu, hâli pür melalimizi Abdurrahim Karakoç üstadın bir şiiri üzerinden açıklamaya çalışacağız. Kendisini rahmetle anıyoruz. Üstad, şöyle demiş bu durum için:

Yeni bir afyondur yenen her lokma
Biber Avrupalı, tuz Avrupalı.
Gülücükler sahte, kirpikler takma
Dudak Avrupalı, göz Avrupalı

Yine malumdur ki bizim bir örfümüz, âdetimiz, geleneğimiz vardır; bir Anadolu kültürümüz vardır. Bu topraklarda edep, hayâ giyim kuşamla başlar. Bu topraklardaki gayrimüslimlerin bile yaşam tarzı bu topraklara özgüdür. Ancak şimdi o hâldeyiz ki kadınlarımız ne kadar açılır saçılırsa; kendi özünden, kültüründen ne kadar uzaklaşır ve arsızlaşırsa o kadar makbul oluyor. Üstad, bu durumu da şöyle resmetmiş:

En mahrem yerlerin kalktı örtüsü
Beş santim tırnaktır ellerin süsü
Bütün bunlar medenilik ölçüsü
Cilve Avrupalı, naz Avrupalı

Herkeste bir özenti, bir özenti... Adam, iki kelimeyi bir araya getirip cümle kuramıyor ama kullandığı iki kelimeden biri yabancı... Dükkân açmış şehrin en varoş semtine ismini "Jasmine Shopping" koymuş, komşu dükkân ise Kasap Hüso!.. Deden de mi İngiliz'di be adam!.. İyi, güzel, doğru ne varsa küçümsenir olmuş. Makbul olandan utanılırken ahlaksızlık övünç sebebi... Üstad, bunu da ıskalamamış:

İster sâri deyin, isterse irsî,
Büyük revaç buldu makbulün tersi
Duyduğumuz "okey, adiyö, mersi"
Ağız Avrupalı, söz Avrupalı

Yetiştiremediğimiz nesillerin sıkıntılarından başımızı kaldıramıyoruz. Yeni nesle örf, âdet, geleneklerimizi öğretemiyoruz. Bakıyorsun çarşaflı ananın, bikiniyle gezen kızı; sakallı, cübbeli babanın hippi oğlu... Üstad, bunu da şöyle özetlemiş:

Başımız ayıkmaz binlerce halttan
Örf, âdet gemimiz delindi alttan
Analar Muğla'dan, Van'dan, Tokat'tan
Bebek Avrupalı, bez Avrupalı

Bu toprakların, bu milletin hiçbir değerini üzerinde taşımayan ama önümüze rol model olarak konulan gâvur Batı'dan daha gâvur sözde sanatçı ve sosyete güruhu... Hiçbir artısı olmayıp baldır bacak açarak milyonları götüren soytarılar, onlar gibi olmak için her şeyini feda etmeye hazır olan kimliksiz bir kitle... Üstad, bunları da boş geçmemiş:

Herkes soyunuyor, açılmıyor ki
Sokakta boynuzdan geçilmiyor ki
Müslüman gâvurdan seçilmiyor ki
Şekil Avrupalı, poz Avrupalı.

Titreyip kendimize dönmezsek, özümüzü bulmazsak, değerlerimizle barışmazsak korkarım ki bir gün Batılılar bizim onların ahlakını bozacağımızı düşünerek bizimle iletişim kurmak istemeyecekler. Daha büyük ihtimal ise yok olup gideceğiz. Bizden doğacak olanların bizimle hiçbir bağı olmayacak... Üstad, konuyu şöyle bağlamış:

"Türklük bu mu?" desem, "bu" diyecekler
Şampanyayı sorsam "su" diyecekler
Bir gün kökümüze "hu" diyecekler
Kabuk Avrupalı, öz Avrupalı.

Birileri kökümüze "hu" deyip külümüzü savurmadan ailede, eğitim hayatında, toplum hayatında özümüze dönmeli ve bizi biz yapan değerlere sıkı sıkı sarılmalıyız!.. Özenti olmamalıyız, özenilen olmalıyız!..